2 Ağustos 2022 Salı

KENTLER VE İZLENİMLER: HALLSTATT...ITALO CALVINO'DAN ESİNLENEREK...

 



Boz bulanık ve sisler içinde karşıladı bizi Hallstatt. Göl, ufuk, gökyüzü ve gölü çevreleyen dağlar, ormanlar, ağaçlar ve onların göle düşen yansımaları; her şey boz bulanık ve griydi. Işık yoktu hiç. Işık yoksa fotoğraf da yoktu benim için. Sadece yollar, ağaçların yaprakları ve evlerin çatıları beyazdı, bembeyaz ve kar hala yağıyordu.

“ Eskiler Hallstatt’ı bir gölün kıyıları üstüne, birbiri üzerine binmiş veranda evler, demir korkulukları suları gören yüksek yollar yaparak kurmuşlar. Öyle ki yolcu gelirken iki kent görür; biri göl üzerindeki doğru kent, diğeri baş aşağı bir yansıma. Bir Hallstatt’ta bulunan ya da yaşanan hiçbir şey yoktur ki öteki Hallstatt’ta yinelenmesin, zira kent her noktasının kendi aynasında yansıyacağı biçimde kurulmuş, böylece aşağıda, sudaki Hallstatt göl üzerinde yükselen bina cephelerinin fuga ve kabartmalarını içermekle kalmıyor; tavanları, döşemeleri, koridor derinlikleri, dolap aynalarıyla odaları da içeriyor.”*

Gece yağan ve sertleşen, yavaş yavaş da eriyen karın üzerinde yeni yağan karın oluşturduğu yeni taze kar tabakasının üzerinde hafif çıtırtılar ve sessiz ayak izlerimizi bırakarak göl kenarında yürüyoruz. Gri gölde kuğular bize eşlik ediyor. Çoğu kapalı olan dükkânların nadiren açık olan bir ikisinin önünde Hallstatt sakinleri ayaküstü sohbet ediyor. Ve bu şubat çarşambasında bizim gibi birkaç gezgin daha ıssız Hallstatt sokaklarını adımlıyor.


“ Hallstatt sakinleri yaptıkları her hareketin, hareketin kendisinin ve onun, imgelerin özel soyluluğuna bürünen yansımalı imgesinin bir bütün oluşturduğunu bilirler ve bu bilinç kendilerini bir an bile rastlantı ve unutuşa bırakmamalarını sağlar.”*

Işık yok, fotoğraf da yok. O resimlerde, videolarda, sosyal medyada gördüğüm Hallstatt görüntülerinden eser yok…


“ Bazen şeylerin değerini büyütür, bazen yadsır ayna. Bu ikiz kentler aynı değildir, çünkü Hallstatt’ta bulunan ve yapılan hiçbir şey simetrik değil…”

“İki Hallstatt, birbirleri için yaşarlar ve hep göz gözedirler…”

Ve bazen yabancıyı dışlarlar.

 

 

Fotoğraflar: Mehmet Cengiz TÜMER

*Italo Calvino; Görünmez Kentler; Yapı Kredi Yayınları, 29. Baskı, Şubat 2021,Çeviren: Işıl Saatçıoğlu


ŞAVŞAT’IN SAKLI GÜZELLİKLERİ: PERİ BACALARI

 

ŞAVŞAT’IN SAKLI GÜZELLİKLERİ: PERİ BACALARI


Geçtiğimiz yıl pandemi nedeniyle ertelediğimiz Borçka - Macahel –-Şavşat gezimizi aşılamanın başlamasıyla açılan günlük yaşam çerçevesinde bu yıl yapmaya karar verdik. Arhavi Çifte Köprüler ve Mençuna şelalesi ile başlayan; ilerleyen günlerde Heba Yaylası, Kulaskur Yaylası, Borçka Karagöl, Macahel ve yeşil yol üzerinden Papart ormanları, Meydancık köyü üzerinden Şavşat’a ulaştı.

Şavşat programında Maden Köyü, Cevizli Köyü ve Tibeti Kilisesi, Şavşat Karagöl, Arsiyan Yaylası ve Gölleri, Balık Gölü, Pınarlı Köyü, Aşağı Koyunlu köyü ve gölü yanı sıra Meşeli köyünde programda olmayan bir sürpriz bizi bekliyordu. Peri bacaları.





Sevgili rehberimiz Osman Karalı’nın son anda programa eklediği bu doğa mucizesine, orman içi yoldan minibüsümüzün gidebildiği kadar araç ile gittik daha sonra aracımızdan inip ormana vurduk. Yaklaşık 300 metre orman içinde mantarların eşliğinde yürüdükten sonra bir uçurumun kıyısına geldik.

1960 larda meydana gelen heyelan nedeniyle ortaya çıkan ve ilerleyen yıllarda yağmur, rüzgâr vb. doğal nedenlerle aşınarak bugünkü şeklini almış. Uçurum kenarındaki çam ağaçlarının kökleri açıkta duruyordu ve biz bu ağaçların toprağa tutunduğu kısımlardan bu muhteşem manzarayı izliyorduk. Göz alabildiğine ladin ormanı içinde yükselen kayalar…




Şavşat’a 25 kilometre uzaklıkta yer alan Karagöl Tabiat Parkına 15 dakika yürme mesafesinde ve Meşeli köyü sınırları içinde bulunuyor.

Şimdi buyurun birlikte seyreyleyelim.

Yazı ve Fotoğraflar:

Mehmet Cengiz TÜMER

Eylül 2021

 

SEDLEC’İN KEMİK KİLİSESİ, KUTNA HORA.

 

SEDLEC’İN KEMİK KİLİSESİ, KUTNA HORA.

Pandemi sonrası ilk yurtdışı gezimizinilk gününde Rockatzbrück’ün ardından Prag’a bir saat mesafedeki bir ortaçağ şehri Kutna Hora’daki kemik kilisesini ziyaret etmek. Saat 12.00 gibi Rackotzbrück’den ayrıldıktan sonra saat 15 de Kutna Hora’ya varıyoruz. Kilise saat 16.00 da kapandığı için bir saatlik vaktimiz var. Aracımızı kilisenin karşısındaki küçük otoparka park edip 150 metre aşağıdaki ofisten biletimizi alıyoruz.

Kilisenin öyküsü 1278 de başlıyor. Kutna Hora’daki manastırın başrahibi Kudüs’e gidiyor ve dönüşte Golgotha’dan toprak getiriyor. Kutsal toprağın Sedlec’e getirildiğini duyanlar da Sedlec’e gömülmek istiyor. Sayı giderek artıyor, yaşlı insanlar buraya gömülmek, son günlerini yaşamak için Sedlec’e geliyorlar. Büyük Veba salgının ardından ölümlerin sayısı daha da artıyor ve 15 yy.da Sedlec Mezarlığında yer kalmadığı için yakınına bir kilise inşa ediliyor ve bodrum katında da kemikler depolanıyor.



Kemikler kör bir keşiş tarafından biriktiriliyor ve yüzyıllar boyu burada kalıyor. Ta ki 1870 de oyma sanatçısı Frantisek Rint’tenn kemikleri yeniden yerleştirmesi isteninceye kadar… Rint ’in ardından kilise bugünkü görünümüne kavuşuyor. Yaklaşık 60.000 insanın kemikleri ilginç bir estetikle dekore edilmiş. Her yanı ayrı etkileyicilikte olan kilise sizi hayrete, dehşete ve daha nice duygulara sürükleyebilecek nitelikte.
Kilise içinde fotoğraf çekmek yasak. Kapanma saatine yakın olmasını ve cazibemi kullanarak görevli kadından iki poz çekmek için izin aldım.

Fotoğraf ve Yazı:

Mehmet Cengiz TÜMER

 

NEMRUT KRATER GÖLLERİ

 

NEMRUT KRATER GÖLLERİ

Akdamar Adası ziyaretimizin ardından Altın Oran Sanat ve Düşünce platformunca Sayın Dr. Haluk Uygur rehberliğinde düzenlenen Van Gölü gezisine katılmamdaki en büyük nedenlerden biri olan Nemrut Krater Göllerine yani Nemrut Kalderasına doğru yola çıktık. Yol boyunca süren yağmur Tatvan’a ulaştığımızda durdu ama gökyüzü yine karabulutlarla kaplı. Aracımızı Nemrut Kalderasına çıkan yolun kavşağındaki akaryakıt istasyonuna bırakıyoruz ve daha küçük iki minibüse aktarma yapıyoruz. Yaklaşık yarım saat sürecek 20 kilometrelik bir yolumuz var. Kıvrıla kıvrıla düzgün bir yoldan tırmandıkça, ara ara verdiğimiz fotoğraf molalarında havanın soğuduğunu hissediyoruz ve her molada üstümüze bir kat daha giysi giyiyoruz. Küçük gölü ve Büyük Gölü aynı noktadan görebileceğimiz kalderanın sırtına geldiğimizde artık tüm giysilerimiz üzerimizdeydi ve hava buz kesmişti.

 



Küçük gölü fotoğrafladıktan ve Van Denizini uzaktan seyrettikten sonra artık Kalderanın içine yolculuğa başlıyoruz. Bu kez döne döne iniyoruz. Her iki yanımızda sonbaharın renklerine bürünmüş kavak ağaçları eşlik ediyor. Normal şartlarda bu yükseklikte olmaması gereken kavak ağaçları bu bölgede mevcut buhar bacalarının yarattığı ılıman iklimde hayat bulmuş.Bu buhar bacalarının varlığı bize volkanın halen canlı olduğunu düşündürtüyor.Son zamanlarda olan depremsel hareketlerin Nemrut ve Hasandağ gibi eski kraterleri uyandırabileceği söyleniyor uzmanlarca.

 



Ilı Gölün kıyısında geçip öncelikle Büyü Göle giderken biraz da bilgi verelim.

Nemrut Gölü, dünyanın ikinci, Türkiye'nin en büyük krater gölü olup, adını MÖ 2100'de yaşamış Babil Hükümdarı Nemrut'tan almıştır. Van Gölü havzasının batısında, Bitlis ilinin Tatvan, Ahlat ve Güroymak ilçeleri arasında yer almaktadır



Nemrut'ta patlamalar sonucunda oluşan kraterin ağız genişliği 48 km2, taban genişliği 36 km² dir. Nemrut kalderasında deniz seviyesinde 2.247 m yükseklikteki krater alanı içinde ikisi büyük toplam 5 tane göl bulunmaktadır. Derinliği ortalama 100 m ve en derin noktası 155 m'dir. Göl çevresindeki sıcak sular ve kaplıcalar volkanik faaliyetlerin son izleridir. Kar ve kaynak sularıyla beslenen ve yer yer derinleşen Nemrut Gölünün suları soğuk ve tatlıdır. Su örneklerinin analizi berrak, renksiz, kokusuz ve normal içme suyu lezzetinde olduğunu göstermiştir. Suyu, radyoaktivite açısından, normal sınırlardadır. pH asitlik derecesi 7,4 ile hafif alkalidir. Nitoplankton bakımından oldukça zengin olan Nemrut Gölü’nde 1986 yılında az sayıda bırakılan aynalı sazan balığı, kısa sürede çoğalmış ve balıkçılık yapılabilecek seviyeye gelmiştir Burada farklı bölgelere ait bitkilerin bir arada yaşamaya devam etmesi, göl seviyelerinin hemen hemen sabit kalması, yağış ve buharlaşma dengesinin kurulmuş olması, buranın bir mikroklimaya sahip olduğunu göstermektedir.

 




Nemrut kraterinin oluşumunun Pliyosen jeolojik döneminde Doğu Anadolu’da tektonik sıkışmaya bağlı olarak gelişen bir genişleme çatlağı ile başladığı sanılmaktadır. Yaklaşık 40 km2lik bir yüzölçüme sahip Nemrut Kalderası, Türkiye'nin volkanizma faaliyetleri açısından, en karakteristik ve en orijinal yeryüzü şekillerinden birisidir. Nemrut Kalderası tabanının batı yarısı göl ile kaplıdır. Zirvede ikisi devamlı, üçü mevsimlik olmak üzere beş göl bulunmaktadır. Nemrut göllerinin en büyük olanı yarım ay şeklindeki Nemrut Gölü’dür. Bunlar Küçük Göl, Ilı Göl ya da Yeşil Göl, Büyük Göl ya da Mavi Göl’dür.

Büyük Gölün kıyısına varıp araçlarımızdan indiğimiz de karabulutlar aralanıyor ve arasından sıcak, sarı bir akşam güneşi çıkıyor. Mavi Göl gümüş bir tepsi gibi parlarken gölü çevreleyen yamaçlarda bakır rengine bürünüyor. Büyük Gölden ayrılıp Ilı Göle dönüyoruz. Bu gölün kenarına çadır için kamp alanları yapılmış ama şu an bakımsız durumdalar. Akşam ışığında Ilı Gölü de fotoğraflayıp Tatvan’a geri dönüyoruz.

Yazı ve Fotoğraflar

Mehmet Cengiz TÜMER


TERKEDİLMİŞ KARTAL YUVASI: LÜBBEY

 

TERKEDİLMİŞ KARTAL YUVASI: LÜBBEY

Ailecek İzmir Ödemiş’liyiz. Gerçi ben İzmir’de doğdum büyüdüm ama bütün yaz tatillerim Ödemiş’te anneanne ve dedemin yanında geçti. Lakin o gün sosyal medyada paylaşılan bir videoya kadar haberim yoktu Lübbey’den. Lübbey’le ilgili uluslararası ödül almış bir videoydu izlediğim. Artık  Lübbey’i görmek farz olmuştu. Bir sonbahar günü EFSA fotoğraf derneğinin organizasyonunda gittim Lübbey’e. Döne döne tırmandık yolu ve yolun sağında vadinin içine bir yarım ada gibi uzanmış, üzeri terkedilmiş taş evlerle dolu Lübbey’de yol kenarında indik aracımızdan.

Yol kenarındaki taş eve sırtını vermiş, ılık sonbahar güneşinde güneşlenip sohbet eden iki köylü teyzem karşıladı bizi. Onları selamlayıp hal hatır sorduktan sonra yıkık taş evlerin arasında bir eşeğin geçebileceği genişlikteki sokaklara vurduk kendimizi. Her yanımız terk edilmişliğin hüznüyle dolu.


İzmir'in Ödemiş ilçesinde göçler nedeniyle nüfusu 5'e düşen ve "hayalet köy" olarak anılan Lübbey köyü, özgün mimari özelliklere sahip yapıları ve eşsiz doğasıyla karşılıyor bizi. Köyü cinler bastı ve terk edildi diye çekilen bir Youtube videosu yüzünden ortada dolaşan bir bilgi kirliliği var. İşin doğrusu ise şöyle; ilk göç 1980’lerde başlamış. Köylünün burayı terk etme gerekçesi elektriğin yaylaya önce gelmesi ve buranın engebeli bir arazi üzerine kurulmuş olmasıymış. Hal böyle olunca köylüler birer birer yaylaya ve merkeze taşınmış.

Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından kentsel SİT alanı ilan edilen ve 44 sivil mimari örneği ile 4 anıtsal yapı bulunan Lübbey'in yürütülecek çalışmalarla cazibe merkezi olması hedefleniyor.

LÜBBEY Köyü Ödemiş ilçesine yaklaşık 18 km mesafede. Ödemiş'ten çıktıktan sonra Yeniköy yolunu izleyerek Bebekler, Derebebekler ve Üzümlü köylerini geçtikten sonra yaklaşık 13 km sonra doğanın ortasında çok ilginç taş evler bizi karşılıyor. Bozdağ’ın sırtlarında derin bir vadi içinde kartal yuvası gibi bir tepenin üzerine kurulmuş Lübbey, evlerin dış yüzlerinde fazla kapı pencere olmaması nedeniyle bir ortaçağ kalesi gibi karşımızda duruyor. Tam da şair Plinius'un " The People in Middle of Tmolus" kitabında söz ettiği Mezotimolitai'nin olduğu yerde.

Evler ana kaya üzerine taş, kerpiç ve çamur sıva ile yapılmış.

Kuruluşunun Bizans yıllarına dek uzandığı söyleniyor. 1976 yılında, Profesör Clive Foss bu bölgeye geldi ve Lübbey çevresinde uzun süren araştırma yaptı, Bizans sikke ve mezar taşları buldu. Bunları "Explorationsin Mount Thmolus" kitabında yayınladı. Köy, Hipaipa'dan geçen Sart'tan Ayasuluk'a ( Bugünkü Selçuk ilçesi ) uzanan İpek Yolu’nun iki kolundan birinin üzerinde bulunuyor. Konumu itibariyle doğal bir kale görünümündeki köy, bu yolu kontrol altında tutuyor.





Osmanlılardan önce Aydınoğulları Beyliğinin kontrolündeki köy, Beyliğin doğu kapısı görevini görüyor. Osmanlı Devleti kurulduktan sonra yaklaşık yüz yıl İzmir'den Muğla'ya kadar bir alanı ve Ege Denizini kontrol eden bu beyliği alamıyor. 1360 yıllarında Aydınoğlu Mehmet Beyin ölümünden sonra oğulları arasına nifak sokarak Aydınoğlu Beyliğini topraklarına katıyor.

Osmanlı egemenliği süresince köy zeybek yatağı görünümünde. Zeybeklerin konuşlandığı, savunma ve geri çekilme için kullandıkları bir üs niteliğinde olması nedeniyle Osmanlı bu bölgeye pek giremiyor.

Köydeki kare plandaki caminin minaresiz olmasına ve cami duvarlarındaki motif ve resimlerden anlaşıldığı kadarıyla Osmanlının işgalinden önce Alevilik ve Bektaşiliğin egemen olduğu Anadolu Müslümanlığı izleri görülüyor. Hilafetin Yavuz Sultan Selimle birlikte Osmanlıya geçmesinden sonra Sünni Müslümanlık zaman içinde Anadolu Müslümanlığını asimile ediyor. Osmanlı için önemli merkezlerden olan ve Fatihin hocalarından İmam BİRGİVİ'nin Aydınoğulları Beyliğinin başkenti BİRGİ'ye yerleşmesi ile Anadolu Müslümanlığı tarihe karışıyor. Ama günümüzde bile Anadolu Müslümanlığının izlerini köy camisinde görmek mümkün


1980' lerden sonra köyden hızlı bir göç başlıyor. Kimi daha önce yayla olarak kullandıkları Çamyayla'ya göçerken bir kısmı diğer şehirlere göç ediyor. Köyde halen 10 - 15 kişilik bir yaşlı gurubu yaşıyor. Ödemişli dostlarımız bizim için köy kahvesini açtırmışlar, haftada bir gün Cuma namazı için açılan camii de bizim ziyaretimiz için açılıyor.

Sıcakkanlı köy insanlarıyla sohbet edip çaylarını içiyoruz. Bol bol fotoğraf çekip vedalaşarak Birgi'ye doğru yola çıkıyoruz.

Yazı ve Fotoğraflar:

Mehmet Cengiz TÜMER

 

URLA’DA AZ BİLİNEN SOYU TÜKENMEKTE OLAN BİR DEĞERİMİZ: KUM ZAMBAKLARI

 

 





URLA’DA AZ BİLİNEN SOYU TÜKENMEKTE OLAN BİR DEĞERİMİZ: KUM ZAMBAKLARI

İnsanın bazen burnunun ucundaki hazineden haberi olmuyor. Evimin hemen 100 metre ilerisinde koruma altına alınmış endemik kum zambaklarından tesadüfen haberim oldu. Güneş ışınları yatar yatmaz fotoğraf makinemi alıp fotoğraflamaya gittim. Ahşap kazıklara gerilmiş urganlarla korunmaya alınmış yaklaşık yüz metre kare büyüklüğünde bir alana yayılmışlardı. Koruma altına alındığını belirten paslanmış, boyaları atmış bir tabelanın dışında herhangi bir şey yok.

Sahildeki kafenin işletmecisinin verdiği bilgiye göre bu yıl geçen yıllara göre biraz daha bozulmuşlar. Ege Üniversitesi ve Urla Belediyesince koruma altına alınmış bu alanı içeren sahilde belediye ekiplerinin bilinçsizce, üniversitenin görüşünü almadan yaptıkları sezon öncesi sahil bakımında normal şartlar altında kum zambakları ile birlikte var olan ve kum zambaklarını dış etkenlerden koruyan dikensi bir bitki örtüsünü temizlemişler. Bu nedenle geçen yıla göre daha zayıf olduklarını belirtiyor Cemal Bey ve elinden geldiği kadar bu endemik alanı korumaya çalıştığını söylüyor.



Ağustos-Ekim arası Urla İskele sahillerine denizin tadını çıkarmak için gittiğinizde kızgın kumlar üzerinde bembeyaz çiçekli, güzel kokulu  bir bitki görürseniz sakın onu koparıp vazonuza koymaya kalkışmayın. O, umarsızca yapılaşmaya kurban edilen kumsalların arasında kendine yaşam bulmaya çalışan  kum zambağıdır.  

Kum zambağı (Pancratium maritimum), nergisgiller (Amaryllidaceae) familyasına ait, kıyı kumullarında yetişen soğanlı bir bitki türüdür. Tüm Akdeniz ülkelerinde ve Karadeniz’in güney kıyılarında yetişir. Bölgemizde ise en fazla Urla’ya bağlı Kalabak sahillerinde görülür.  Soğanlı çok yıllık otsu ve beyaz çiçekli bir bitki olup çiçekleri kokuludur. Kokusunu geceleri daha yoğun bir şekilde etrafa verir. Bilinçsiz yaklaşım sonucu soyu tehlike altına giren bitki türü olup  biyo-çeşitlilik bakımından korunması ve geliştirilmesi gereken bir türdür. Türe yönelik en önemli tehdit, kıyı bölgelerinde hızla yayılan yazlık konutlar, sivrisinekle mücadele için yapılan zirai ilaçlamalar ve insanların bilinçsizce bu çiçekleri koparmalarıdır. 

Yeşil yaprakları kışın ortaya çıkıyor ve çiçek açmadan önce kuruyorlar. Ağustos sonuna doğru şaşırtıcı bir biçimde kumdan uzun ince borular halinde yükselip açıyorlar. Ekim ayının sonlarına doğru tohuma dönüyorlar. Kuma düşen tohum en erken 3 ya da 4 yıl sonra çiçek verebilecek hale geliyor. Akdeniz’e özgü olan bu bitki türü yok olma tehlikesi ile karşı karşıya ve yurt dışına çıkarılması yasak. Ancak kumsalların turizme ve yazlık evlere açılması, bilgisizlik nedeniyle yerlerinden çalı çırpı sanılıp sökülmesi bir yana asıl önemli bir başka şey ise çiçeklerin doğru döllenmesi  için Latincesi Lepidoptera olan bir tür kelebeğin bu işlemi yapması gerekiyor. Suni yoldan dölleme işe yaramadığı gibi çiçek kendi tozları ile de döllenemiyor. Ne yazık ki sivrisineklere ve haşerelere karşı aşırı ilaçlama bu böceğin de soyunu tehlikeye atmış durumda. Ve eğer bu böcek yok olursa kum zambakları da yok olma riski ile karşı karşıya demektir.  Böylece insanoğlu doğanın yüzyıllardır dünyayı güzelleştirmek için çaba harcadığı bir bitki türünü daha beton bina yapmak uğruna ortadan kaldıracaktır. Özellikle Ağustos sonu-Eylül ayında Urla İskele ’ye bağlı Kalabak taraflarında denizin keyfini çıkarmak için geldiğinizde tükenmeye yüz tutmuş olan kum zambaklarını ziyaret etmeyi unutmayın.

Yazı ve Fotoğraflar:Mehmet Cengiz TÜMER