2 Ekim 2010 Cumartesi

İtaly

Kısa ancak keyifli geçen İtalya gezisinden izlenimlerim;

Milano’da çok kalamadığım için sadece merkezini ziyaret etmek beni bir daha buraya gitmem için zorluyor. Çünkü eminin Milano’da keşfidilecek çok yer var, gece yaşantısını da merak etmiyor değilim?

İtalya ülkesi, geçmiş tarihi, günmüz yaşam şekli ve ekonomik varlığı, başarıları, hepsi bir bütünü oluşturmakda. Mesela çoğunlukla tüm yerleşim yerlerinde küçük araçlar ve iki teker kullanılımı yaygın. Çünkü trafik kuralları çok net ve zorlayıcı!

Trafik kuralları sayesinde uygulanan sert yaptırımlar ile şehirlerin kendine has yaşam şekilleri oluşmuş ve sonrasında pek çok şeyi de beraberinde getirmiş.

Bilmiyorum bana mı denk geldi? Kişilerin görüntüsü; kıyafet, giyimlerine çok dikkat etmekteler. Bu da günlük yaşamda motivasyonu beraberinde getiriyor olabilir. Açıkçası benim hoşuma gitti, etrafımda şıkır şıkır dolaşan insanları görmek güzeldi. Özellikle erkeklerin fit duruşları etkileyici...

Sanatın, özellikle Floransa’daki yaşam şekline kendiliğinden dahil olması, en azından İstanbul’a göre Floransa’nın sanat açısından daha zengin olduğunu görmüş oldum. Her sokak size sanat adına süprizler sunabiliyor. Sokak kaldırımlarına görsel açıdan yapılmış resim çalışmaları görülmeye değer. Rastgele bir sokakda klasik müzik resitalleri kullaklarınıza inceden inceden işliyor.

Gelelim Venedik şehrine; ilk olarak sizi etkiliyor, sonrasında biribirine benzer sokaklar, her sokağın sizi bir köprüye bağlaması, köprü geçişlerindeki kanal bağlantıları, gondollar, maskeler sizi etkisinden çıkamayacağınız bir halde tutsak ediyor...Kısacası Venedik çok romantik bir şehir, tavsiye ederim sevgiliniz ile gidiniz...

Dip not; seyahatlerde sinema kültürünün de ne kadar önemli olduğunu anladım. Sinema, farkında olmadan pek çok şehri size tanıtma görevini de üstleniyor. İzlediğiniz sinema filmlerinde hafızanıza kazınmış tarihi yapılar olsun, mekanlar olsun, cadde olsun, buraları canlı haliyle gördüğünüzde, size hoş duygularla tanıdık gelip kesinlikle merakınızı pekiştirebiliyor. Bunu özellikle Floransa ve Venedik’de yaşadım. Kaldı ki izlediğim filmler yakın dönem filmleri de değildi.

17 Eylül 2010 Cuma

Milano


Bayram sabahlarını çok seviyorum, her bayramın kendine has bir kokusu var bana göre.
Bu Ramazan bayramını kendime ayırdım. Değerli arkadaşım Çiğdem Karabulut ve yine Çiğdem vasıtasıyla tanışma fırsatı yakaladığım Sevgili Zehra ile üç gezgin olarak İtalya’ya yol aldık.

Merak duygusu, heyecan duygusu, yeni yerler keşfetme isteği, ve bunların birleştiği yer; İtalya şehri!

İşin aslı ben bu gezide herşeyden önce kendi hayalimde canlandırdığım İtalya^dan farklı bir yer görekmiydim, bunu merak ediyordum. Ki hayalimdeki İtalya ile gördüğüm İtalya arasında bir fark yokdu. Tam da düşündüğüm gibiydi herşey, sadece biraz da olsa Venedik şehri beni biraz şaşırtmışdı.

İlk durak Milano;

Modanın başkenti Milano. Bayanların en çok görmeyi arzu ettikleri şehir Milano. Belki de bu İtalya gezimizde en çok Milano’yu beğendim diyebilirim. Çünkü merak ettiğim ya da ilk kez görme fırsatı yaşadığım yerler için daha çok yerleşik hayat dikkatimi çekmekde, Milano’da da kendine has bu yerleşik/doğal havayı yakaladım.

Başarılı bir uçuş ile Milano Hava alınına iniyorduk, Çok büyük olmayan bu hava alanında kolayca istenilen yere ulaşmak mümkün.

İtalya'da en eğlenceli anlar herkesin yaşadığı gibi lisanlarını şiir gibi dinlediğinizde gerçekleşmekde. Ne kadar etkileyici, ne kadar melodik bir o kadar da eğlenceli bir dilleri var...

Zaten seyahate çıkmadan önce Çiğdem ile bir kaç İtalyanca kelime ezberi yapmışdık, bu açıdan kendimizi daha güvende hissedebilirdik.

Bugün Milano'da sadece birkaç saat kalabilmemiz mümkün olacakdı.

Havaalınından çıkıp da şehir merkezine doğru otoban üzerinden yol sizi geniş caddeler ile şehir merkezine doğru ulaştırmakda. Yol boyunca binaların en çekici yanı balkonların çeşit çeşit çiçeklerle dolu olması. Bunun dışında pek çok Avrupa Şehrindeki gibi, göz alıcı ya da mimari açıdan çarpıcı yapılar bulunmuyor, çok nadir olarak caddede birkaç yapı sizi etkileyebilir. Ancak yine de küçük pencereli çok katlı binaların balkonlarında bulunan küçük botanik bahçeleri etkileyici ve dikkat çekici şüphesiz. Hani pek çoğumuzun çocukluğundan bildiği ortanca çiçekleri bina balkonlarda çokça göze çarpmakda. Her balkon rengarenk küçük birer bahçe şenliğinde eğlenceli, hoş görünmekte...

Başka şekilde yine caddeler boyunca bisiklet otoparkları ve vespa otoparkları beni benden almaya yetiyor. Öyleki alışık olduğum İstanbul trafiğinden çok farklı olarak her yer iki teker dolu. Sınıf farkı olmaksızın bu şehirde besbelli hemen hemen herkes iki teker kullanmakda. Bu da sanırım trafiği bir nebze olsun daha keyifli hale getirmekde. Aynı şekilde, İstanbul’da çok nadir görebileceğiniz Smart araçları her köşe başında karşıma çıkıveriyor. Ciks tiplerin bile bu şirin araçları kullanıyor olması şehrin kendine has bir havası olduğunu hissetiriyor.

Otobüs ile gerçekleşen bu kısa şehir turumuzu merkezde sonlandırıyorduk. Merkeze adım atıp da tam karşımda gözlerimi kamaştıran şey aslında beni şaşırtmakdan öte çok başka hislere götürdü. Bu muazzam yapı tam da şehrin göbeğinde hala sapa sağlam ayakda durabiliyordu. Yüzyıllardır burada kaç kişiye tarihin yaşanmışlığını simgelemişdi acaba? Duomo Katedral'i muazzam büyüklükde, dim dik ayakta sizi selamlıyor. İlk gördüğünüz andan itibaren de siz onu hayran hayran selamlıyorsunuz. Bu şaşkınlığın sonrasında merak duygusunun yardımı ile bu yapının 500 yıl sonrasında tamamlandığını öğrenmek de şaşkınlığıma şaşkınlık katıyor. Yapının sivri kule yapıları, en üste Aziz Meryem Heykeli ile büyüleyici. Her yolun katedrale çıkıyor olması bulunduğu konumu ve önemi gösteriyor. Aynı anda 40,000 kişiyi ağırlayacak kadar büyük alana sahip olması zaten nasıl bir yapı olduğunu ortaya koymakta. Katedralin dış cephesindeki işlemeler olağanüstü güzellikde. Gotik sanatının inceliği, İtalyan kültürünün zevkiyle buluşmuş ve ortaya inanılmaz bir yapı çıkmış. 135 kulesinden en yükseği 107.5 m. ve üzerindeki Madonna heykeli altından yapılmış. Katedralin içi de dışı kadar büyüleyici. Muhteşem işlemelerin yanında, heykeller ve tablolar da büyüleyici.

Bu yapının büyüsü ile La Scala Opera binasını görmek için adımlarım hızlanıyordu. Yakın zamanda kaybettiğimiz Leyla Gencer'in de burada temsiller sunduğunu bilmek hoş bir duygu yaratıyor. Bina tahmin ettiğim kadar görkemli bir yapı değildi. TR.'de görebileceğiniz düz bir bina havasında merkeze konumlanmış, ancak gelmiş geçmiş en güzel operaların sahne aldığı bir yer. Ayrıca keskin kuralları olması da değerini ve önemini sanata karşı değeri de arttırmaktadır. Her yıl 7 Aralık'da sahne perdelerini aralıyor. Burada bir kaç fotoğraf çekip, aynı meydanda bulunan Galleria Vittorio Emanuele II çarşına gidiyorduk. Belki de burada sadece bir gününüzü sıkılmadan harcayabilirsiniz. Rengarenk, ışıl ışıl, pırıl pırıl, ferah bir çarşı burası. Gündüzü ayrı gecesi ise başka ayrı size kucak açmakda. Çeşit çeşit mağazaları, çeşit çeşit restoranları ve cafeleri, kitap dükkanları ile her kişiye merhaba demekde.

Yerden tavana kadar mimarisi gözleri büyülemekde, en keyifli alışverişlerin hatırlanacağı çok görkemli kocaman bir pazar alanı burası. Ancak fiyatlar görkemine uygun şekilde yüksek. Restorantlar çok şık, yemek sunumları çarşıya yakışır güzellikde, hem eğlenceli hem de çok romantik bir atmosfer hakim burada. Biz de buraya gelmişken, güzel bir yemek ile leziz şaraplarımızı yudumluyoruz. Etraf şıkır şıkır insanlarla dolu. Özgür bir atmosfer hakim, çouğunlukla bu tarz yerlerde sınıf farkları gözetilir gibi hissedilse de ortam her sınıfa özgür olan sunmakda... Yemek yerken etrafı izlemek, kare kare fotoğrafları kayıt etmek çok keyifli. Seviyorum düzenli yaşamı ve düzenli insan manzaralarını:)

Kahvelerimizi de içtikten sonra, birkaç gün sonra tekrar Milano şehrine gelmek üzere, Venedik'e gitmek üzere buradan ayrılıyorduk.

Milano'da ulaşım çok kolay, her keseye uygun ulaşım mümkün, ancak taksi ile ulaşım sağlamak isterseniz taksi ücretleri biraz pahalı olabilir. Biz otobüs ile yolculuk etmeyi tercih ediyorduk. Ancak başda da belirttiğim üzere her sokak başında size iki teker sesleri merhaba demekde. Beni en çok şaşırtan da motor kullanan kişilerin ne kadar şık olduğuydu, bayanların topuklu ayakkabıları ile, erkeklerinse takım elbiseleri ile sürüş keyfi yapmalarıydı. Yerleşik yaşamın bu kadar kendine özgü olması gerçekten çok güzel kareler ortaya koymakta.

Milano kendine özgü yapısı, yaşam şekli ile büyüleyici, bu şehri gezmek için dört gün yeterli olabilir. Como Gölü'nü de görmeden bu şehirden ayrılmamak gerekli. Biz bu kez Como Gölü'nü göremedik ancak en kısa zamanda burayı da seyahat listeme dahil edeceğim.

Milano ekonomik gücüne yakışır şekilde varlığını sürdürmekde. EXPO 2015'i neden Milano'nun aldığını anlamak, Milano'yu gördükten sonra daha anlaşılır olmakda...

3 Mart 2010 Çarşamba

5 GÜNDE KUZEY İTALYA. 2

BOLZANO – VERONA

İkinci gün yine güneşli ve soğuk bir Bolzano sabahına uyandık. Bugünkü programımız öğlen 12.30 daki Verona trenine kadar Bolzano’nun ara sokaklarını ve Castello’sunu gezmek. Kahvaltıdan sonra valizlerimizi toplayıp odayı boşaltıyoruz ve valizlerimizi hostelin emanetine bırakıp fotoğraf makinemizle birlikte soğuk bir Pazar sabahı Bolzano’nun ara sokaklarına dalıyoruz. Hangi sokağa bakarsanız bakın sokağın diğer ucunda bir dağ görüyorsunuz.


Bolzanonun ara sokaklarında korunmuş eski yapıları, duvar süslemelerini seyrede seyrede dolaşarak bağlar içindeki Castello’ya ulaşıyoruz. Özel mülkiyette olduğu için içine giremedik. Kentin bu kadar merkezinde bu kadar büyük ve düzenli, bakımlı bağları görmek bizi şaşırtıyor. Gerçi düb teleferikle inişimiz sırasında da keçilerin zor çıkacağı yamaçlarda teraslanmış, düzenli ve bakımlı bağları da görmüştük. Castellonun hemen yanıbaşında akıp giden akarsunun her iki tarafını yeşil alan, spor alanları ve yürüyüş yolları olarak düzenlemişler. İnsanların kimisi yürüyor, kimisi, bisikletine biniyor, kimisi köpeğini çalıştırıyor.
Nehrin kenarındaki yürüyüş yolundan Piazza Vittoria’ya doğru yürüyoruz. Korkulukları dilek dilemek amaçlı asma kilitlerle donatılmış köprüsünden geçip Otzi Museumun önünden tekrar ara sokaklara ve çarşısına giriyoruz.



Sokaklarda Pazar ayini için kiliseye giden her biri aynı model kürk mantolarının içinde şık Bolzano’lu hanımlar ve eşleri ile karşılaşıyoruz.
Duomosundan, Piazza Duomodan geçip hostelden valizlerimizi alıp istasyona geçiyoruz.
Bolzano hayatın yavaş yavaş aktığı, huzur içinde yaşanacak kaliteli bir yaşam standart sunan küçük şirin bir kent olarak kazınıyor belleğimize.
Kışını gördüğümüz Bolzano’nun ilkbaharını ve son baharını merak etmemek elde değil…
Verona’ya yaklaşık iki saatlik bir tren yolculuğu yapacağız. Tam saatinde trenimiz hareket ediyor. Bolzanoyu terk ettiğimizde yolun iki yanında karlı dağlar ve bakımlı bağlar bize eşlik ediyor. Kimi bağlarda tek tük çalışanlar var. Bakımlı küçük istasyonlardan geçiyoruz. Eşim oğlumuzla sohbet ederek özlem gideriyor, ara sıra “- Sen oğlunu özlemedin mi?” diye beni taciz etse de ben pencereden akıp giden manzarayı seyrediyorum.
Verona istasyonuna girdiğimizde, istasyonun büyüklüğünden bile buranın Bolzanoya göre daha büyük bir yerleşim olduğu anlaşılıyor. İstasyondan çıkıp yürüyüş mesafesindeki şehir merkezine yürüyoruz. Kalacağımız hostelin ( daha doğrusu B&B ) tabelası olmadığı için bulmakta zorlanıyoruz. Nirengi noktası olabilecek bir alışveriş marketinin önünde hostelle ilgilenen kişiyi telefonla arıyoruz, beş dakika sonrada ilgilenen bayan gelip bizi alıyor. Meğer bir sokak arkadaymışız.
Kalacağımız B&B bir apartman dairesi. Kadın kısa bir süre önce üç oda ve bir mutfak/salondan oluşan evini hostele çevirmiş. İki odasında biz kalacağız. Çok sıcakkanlı olan ev sahibemizle Canburak aracılığı ile sohbet edip kahvemizi içerken kapı çalınıyor, genç bir çift geliyor. Onlarda diğer oda da kalacaklar.
Evsahibemiz kısaca ( aslında uzunca) Verona hakkında, Veronakard hakkında bilgi veriyor ve akşam yemeğini yiyebileceğimiz birkaç yer tarif ediyor.


Bu sohbetten sonra eşyalarımızı odamıza bırakıp ev sahibimizi de yeni konuklarına bırakıp Veronayı keşfe çıkıyoruz.
Önce Arena’nın bulunduğu meydandaki Turist info’dan bir günlük Verona kardlarımızı alacağız. Bir günlüğü 10 € bu kartla Arena, Torre dei Lamberti ( Lamberti kulesi), Casa dı Giulietta ( Julietin evi), Tomb di Giulietta ( Julietin mezarı), Teatro Romano, üç müze, Zeno kilisesi, Anastasia kilisesi, Duomo, San Fermo kilisesini gezebiliyorsunuz. Bu yerlerin her birine giriş ücretinin 6 – 7 € olduğunu düşünürseniz Veronacard oldukça hesaplı geliyor.
Biz kartımızı aldıktan sonra kısa bir sırayı takiben önce Arenayı geziyoruz, daha sonra ara sokaklarda elimizdeki Verona haritasını kullanarak Torre dei Lambrettiyi buluyoruz. Girişi kartla yapıyoruz ancak yürüyerek çıkmamak için 1 €/kişi asansör ücreti ödüyoruz. Asansör birinci sahanlığa kadar çıkarıyor, asansörden sonra iki sahanlık var ki oralara yürüyerek çıkıyoruz. Ama gördüğümüz Verona manzarası buna değer.
Kule toplam 368 basamak, bunun 243 basamağını asansörle geri kalanını yürüyerek çıkıyoruz. Kule XII. Yy da yapımlı, 1464 de restore edilmiş, 1779 da büyük saat eklenmiş. Kuledeki iki çan “ Marangona” olarak adlandırılıyor ve saati belirtmek ve yangın alarmı için kullanılıyor. Daha yukarıdaki ve daha büyük olan çan ise “ Rengo” olarak adlandırılıyor ve bir saldırı durumunda şehri savunmak için alarm olarak kullanılıyormuş.
Kuleden indiğimizde güneş çekilmek üzereydi. Kapanmadan buün Julietin evini de görelim dedik.
Dar sokaklarda artık aşina olduğumuz İtalyan mimarisi arasında yürüyerek Julietin evini bulduk. Bugünün 14 Şubat sevgililier günü olması ve bu nedenle girişin ücretsiz olması nedeniyle korkunç bir kalabalık var. Görevliler guruplar halinde içeri alıyorlar. Nihayet üçüncü postada biz de giriyoruz. Aslında Romeo ve Juliet, Şekspirin yarattığı karakterler.

Olmayan kişilerin evini, mezarını geziyoruz, kıyafetlerini, yatak odalarını geziyoruz, görüyoruz. Veronalı bir kadının evini belediyeye bağışlamasıyla oluşturulmuş ve tüm romantik turistleri bu kente çekiyor. Yaratıcılık, işletmecilik, turizmcilik bu olsa gerek. Kapısında durup post it ve kalem satsanız aylık kazancınız bir doktor maaşını bulur herhalde. Julietin evinden hediyelik eşya almayı son dönüş günümüze bırakıp – Münih için trene buradan bineceğiz- Teatro Romano’ya doğru yürüyoruz. Hava kararmaya başladı. Yolumuzun üzerindeki Anastasia kilisesini de ziyaret ediyoruz. Nehri geçen köprünün üzerine vardığımızda hava artık kararmıştı. Mavi aydınlıkta nehri, kaleyi, Teatro Romanoyu seyredip hemen yakındaki bir kafe –bara oturuyoruz. Oturduğumuzda ne kadar yorulduğumuzu anlıyoruz.
Dönüşte Lamberti kulesinin hemen arkasındaki meydanda Sevgililer günü için düzenlenmiş halk konserini bir süre izliyoruz. Açılan standları dolaşıyoruz, her yer gül yaprakları ve rengârenk konfetilerle kaplı, sokak lambaları kırmızı kalp şeklinde fenerlerle kaplanmış keyifle yürüyerek ev sahibimizin önerdiği pizza restoranı Bella Napoli’ye buluyoruz. Pansiyonumuza iki sokak ötede. Bella Napoli’nin kapısında uzun bir kuyruk var, saat 20.00 olmuş, yorulmuşuz, acıkmışız, bu sıra bize gelmez diye vazgeçtik. Başka bir yer bakacağız artık. Yaklaşık elli metre sonra aynı sokakta bşir pizza restoranı daha görüyoruz. Aaaa bu da Bella Napoli, diğerine göre daha büyük, bunda da bekleyenler var. Canburak ne kadar bekleyeceğimizi sormak için içeri giriyor. Allahtan o kalabalığın bir kısmı paket servisi bekliyormuş. Adımızı listeye yazdırıyoruz, sıradaki üçüncü aileyiz. Yer boşaldıkça bir teşrifatçı isminizi okuyor ve size masanıza kadar refakat ediyor. Şimdiye kadar yediğim en iyi pizzaydı. Bundan sonra ben Türkiye’deki pizzalara pizza demem artık. Yarım litre de kırmızı şarabımızı içiyoruz. Yemekten sonra hem yorgunluk, hem de yemeğin rehaveti çöküyor. Yavaş yavaş pansiyonumuza dönüyoruz.
Yarın Venedik…

1 Mart 2010 Pazartesi

5 GÜNDE KUZEY İTALYA .1



5 GÜNDE KUZEY İTALYA…

BOLZANO BOZEN VE SUPRABOLZANO

Kongreler ve Tepecik Gezi Topluluğu ile yaptığımız geziler dışında Avrupaya yalnız başımıza çıkacağımız ilk geziydi. Bir çok şey için ilkti. Biletlerimizi 3 ay önce
www.kayak.com dan internet üzerinden satın almıştık. ( Münih 122 $/kişi gidiş dönüş) Elimizde mail adresime gelen referans numarasından başka bir şey yoktu.

Programımızı da Canburakla birlikte kendimiz yapmıştık. İki gün Bolzano’da, iki gün Verona’da iki gün Milano’da kalacaktık. Hostel ve otellerimizi de internetten Canburak ayarlamış ve rezervasyonları yaptırmıştı. Bütün gezimizi Trenitalia’nın regional tren tarifesine göre ayarlamıştık.

Yola çıkmamıza bir gün kala bizi Münih’te karşılayacak olan Ayzet Teyze telefonla arayarak Münih _ Bolzano EN (Euronight) treninde yerimizi ayırtıp biletimizi aldığını haber veriyordu. Yalnız bir sorun vardı. Münih bu yıl son 60 yılın en soğuk kışını yaşıyormuş ve çok fazla kar ve buzlanma varmış. Bir gün önce bütün Münih inişleri iptal edilip Nurnberg’e yönlendirilmiş, böyle bir şey olursa treni kaçırabileceğimizi söylüyordu.
Yapacak bir şey yoktu, eğer Münih’e inemezsek programımız bir gün sarkacaktı.
Bu tedirginliklerle Adnan Menderes Havaalanına gittiğimizde; Check-in de hiçbir sorunla karşılaşmadan biletimizi ve uçuş kartımızı aldık. Sadece direk uçuşlara açıktı, bağlantılı uçuşları almıyorlardı. Bir süre sonra onlarıda aldılar. Uçağımıza binerken bizi karşılayan hostesimiz biraz önce Kaptan Pilot’un Münih ile konuştuğunu, bir pistin daha açıldığını ve bir sorun olmadığını müjdeliyordu.

Güzel bir uçuşla karlar içindeki Münihe indik. Ayzet Teyze bizi havaalanında karşılayıp metro ile Münih Hbf’e götürdü. Trenimizin kalkmasına iki saat vardı. Eşyalarımızı emanete bırakıp Münih’in Old Town kısmını gezmeye çıktık. Sokak ışıkları, bu ışıklarda uçuşan kar tanecikleri, buz ve kar içindeki bembeyaz sokak ve meydanlar, Faşing nedeniyle rengarenk giysiler içindeki Almanlar, bir masal gecesi gibiydi. Saat sekizde tüm dükkanlar kapandığı için Mc Cafede sıcak bir kahve içerek kendimize geldik.

Kahveden sonra tekrar Gara döndüğümüzde eşyalarımızı alıp trenimizin kalkacağı peronu bulduk. Trenimizin 40 dakika rötarlı kalkacağını öğrenince Ayzet Teyzeyi yolcu edip Trendeki yerimize yerleştik. Önümüzde dört saatlik bir tren yolculuğu vardı.

Kompartımanımızdaki diğer koltuklara oturan iki esmer vatandaş yüzünden tedirgin ve uykusuz bir yolculuktan sonra gecenin ikisinde buz gibi bir rüzgarın estiği, inin cinin top oynadığı Bolzano İstasyonuna indik ve Canburakla buluştuk. Hemen istasyonun karşısındaki Youth Hostel Bolzanoya geçtik ve girişimizi yapı oda anahtarımızı aldık. Kapıyı açtığımda içerde beni bir sürpriz bekliyordu. İki ranzadan birinin alt katında bir adam uyuyordu. Oysa biz oda da yabancı olmasın diye üç kişi olmamıza rağmen dördüncü yatağın parasınıda ödeyip odayı kapatacaktık. Rezervasyonu yapan kişini bunu not almaması nedeniyle diğer resepsiyonist o yatağıda birine veriş. Başka da boş yer olmadığı için yapacak bşr şey yoktu ve bir ilk daha gerçekleşti. Ben eşim, oğlum vebir yabancı aynı oda da kaldık.


Sabah uyanıp kahvaltımızı yaptıktan sonra fotoğraf makinemizi ve erzak çantamızı alıp dışarı çıktık. Dört tarafı Dolomitlerle çevrili olan Bolzano’ya güneş geç ulaştığı için rüzgarla birlikte keskinliği daha da artan bir sabah ayazı vardı. Bolzanoyu gezmeyi öğleden sonraya bırakıp hemen yüz metre ilerdeki Teleferik istasyonundan teleferikle SupraBolzano’ya çıkmaya karar verdik. 10 dakika süren güzel manzaralarla dolu teleferik yolculuğundan sonra SupraBolzano’da bizi aşağıya göre 5 derece daha soğuk ama pırıl pırıl güneşli ve rüzgârsız bir hava karşıladı.

Alp Dağlarının güney yamaçlarını oluşturan Dolomitler bölgesindeydik. Ritten denilen kayak merkezi idi. Bu bölge ve Bolzano aslında Avusturya’ya ait, Alman mimarisinin, Alman yaşam tarzının hakim olduğu ve Almanca konuşulan bir bölge. Her afiş, sokak tabelaları, dükkân tabelaları, trafik levhaları Almanca ve İtalyanca yazılmış. Halkta İtalyan’dan çok Alman ırkının özelliklerine sahip. 2. Dünya Savaşından sonra sınır çizilince bu bölge İtalya tarafında kalmış. Otonom bir bölge hem İtalya’dan hem Avusturya’dan ekonomik destek alıyor. Zengin ve yaşam standardının yüksek olduğu bir bölge.

Teleferik istasyonunun hemen karşısından kalkan ve beş istasyonluk küçük bir parkuru olan trene biniyoruz. Karlar içindeki ormanda ilerleyerek masalsı şatoların arasından geçerek yaklaşık on beş dakikalık bir yolculukla son istasyonda iniyoruz. Etrafımızda turist otobüsleri, kayaklarını ve snowboardlarını arabalarına yüklemiş insanlar dolu.



Doğal malzeme, tahtadan yapılmış bilgilendirme yön levhaları bol miktarda. Bunlardan birinin gösterdiği 24 dakikalık mesafedeki bizim peribacalarına benzeyen Erdpyramiden Piramidi di Terra'ya doğru yürüyoruz. Karlar içindeki orman, Dolomitler, ve villa manzaraları arasında yarım saatlik güzel bir yürüyüş yapıyoruz. Piramidlere inen toprak yol buzlu olduğu için aşağıya inmiyoruz, yukarıdan fotoğrafladıktan sonra aynı yolu yürüyerek geri dönüyoruz. İstasyonda bekleyen tek vagonluk trenimize binerek geri dönüyoruz. Trenden inince Bolzano manzarasına hakim kafeteryada biramızı yudumlayarak hem dinleniyoruz, hem manzaranın keyfini çıkarıyoruz hem de sıcacık kış güneşinde ısınıyoruz.

Dinlenip karnımızı doyurduktan sonra Almanlara özgü Dağ evleri mimarisine sahip muhteşem evler arasındaki sokaklarda dolaşıyoruz. Her evin bir ormanı andıran küçük bir korudan oluşan bahçeleri var.Her taraf kar olmasına rağmen ara sokaklar bile tertemiz kar ve buz yok şubat güneşinde rahat rahat dolaşıyoruz.

Teleferikle doyulmaz manzaraları izleyerek tekrar Bolzanoya iniyoruz. Hostelden oğlumuz Canburak için getirdiğimiz valizi alıp O’nun yurduna doğru yal çıkıyoruz. Bolzanonun dört bir girişinde katlı otoparklar mevcut. Burada yaşayanlar ve kamu araçları dışında araçların Bolzano merkezine girmesi yasak. Zaten Bolzano küçük bir yerleşim. Bir uçtan bir uca yürüyerek en fazla yarım saat. Arabadan çok bisiklet kullanlılyor. Biz de bir uçtaki hostelimizden çıkıp şehrin diğer ucundaki Canburak’ın kaldığı yurda yürüyerek gidiyoruz. Piazza Stazione ve Piazza Duomo meydanlarını geçince önce Canburak’ın erasmus öğrencisi olarak devam ettiği Bolzano Free University’i buluyoruz, bir sokak sonra da Canburak’ın yurduna ulaşıyoruz.
Soldaki Bina Canburak'ın yurdu
Canburak bizi odasına davet ediyor. Temiz, bakımlı, sessiz sakin bir yer. Beklediğimizde daha iyi buluyoruz ortamı. Eşimde oğlumuzun altı aydır yaşadığı ve altı ay daha yaşayacağı yeri görünce rahatlıyor.
Modern Sanatlar Müzesi
Yurttan çıkıp önce Modern Sanatlar Müzesindeki sergileri geziyoruz daha sonra OTZİ MUSEUM’a yöneliyoruz. Otzi Museum 1991 de Ötz vadisinde kayak yapan bir çift tarafından bulunan Neolithic çağ adam mumyasının, onun buluntularının, giysilerinin, günlük yaşamda kullandığı alet ve silahların sergilendiği bir arkeoloji müzesi. İceman yaklaşık 45 yaşında, uzun koyu renk saçlı, 160 cm boyunda ve 50 kilo ağırlığında. 5300 yıl önce yaşamış.
Başından yaralanarak kan kaybından ölen Iceman’ın mumyası özel bir odada bulunduğu şartlarda korunuyor ve biz onu bir pencerenin ardında görebiliyoruz.

Müzeyi gezmeyi tamamlayıp çıktığımızda hava kararıyordu ve güneşin kırmızı şıkları Dolomitleri pembeye boyamıştı.
Önce Bolzano’nun 60 yıllık pastanesi ve kafeteryası MONİCA’da kahve ve elmalı cevizli turta molası veriyoruz. Daha sonra akşam ışıkları altında pazarını dolaşıp
Nadamas’ta Yunan usulü deniz ürünlerini yiyoruz.

15 Şubat 2010 Pazartesi

SAN REMO - KAYIP ÇOCUK







SAN REMO - KAYIP ÇOCUK
İtalya’da dünyanın en güçlü krallıklarından birinin kurulmuş olmasından mıdır, yoksa tarih ve kültürlerini korumaya meraklarından mıdır bilinmez, birçok İtalyan kentine turizm için zevkle gidilebilir. Biz de mümkün olan her gezimizde bir İtalyan kentine ayak basmayı adet edindik. İşte bu alışkanlıkla 2009 yazında hazır güney Fransa’yı turlarken sınırın az ötesindeki San Remo’ya uğramayı daha Türkiye’den yola çıkarken kararlaştırmıştık.

San Remo benim aklımda Romina Power & Al Bano çiftinin Feliçita’sıyla kazandığı şarkı yarışmasıyla aklımda kalmıştı. San Remo’dan çıkan sanatçıların 80 li yıllarda Çeşme de şarkı söylemeleri neredeyse bir klasik olmuştu. Gençliğimde adını çok duyduğumdan San Remo benim aklımda önemli bir yer olarak kalmıştı. Oysa göründüğü gibi değilmiş.

Nice tren istasyonundan her sabah ve akşam San Remo’ya dek aktarmasız giden Milano treni ile bir yaz sabahı yola çıktık. Kişi başı 15 euro tek yön bilet fiyatı bu bölge için biraz yüksek sayılır. Dönüşte ise tek aktarma ile Nice’e kişi başı 5 euro ödeyerek geri geldik. Fransa ve İtalya arasında ki sınır kasabası Ventimiglia, tren yolcularının aktarma durağıymış. Her iki ülkenin trenleri bu durağa kadar gelip burada yolcularını diğer trene veriyorlar. Bu bilgiyle yolumuza devam edelim. Trende Avusturalya’lı bir anne-kız ile kompartımanımızı paylaştık. Uzak coğrafyalardan güzel sohbetlerle 1,5 saat nasıl geçti anlamadık.

San Remo tren istasyonu şehrin altında metro durağı gibi kurulmuş. Kullanılan malzemeler, güçlü havalandırma, bilgilendirme monitörleri, yürüyen bantların uzunluğu ile esaslı bir havaalanı görüntüsünde bu durak. İstasyondan yeryüzüne çıkıp sokaklara dalarak limana ve plaj bölgesine ulaşmamız 10 dakikamızı aldı. Biraz etrafa bakınmamızla şehrin sadece görebildiğimiz kadarıyla sınırlı olduğunu gördük. 60,000 nüfuslu bu kent kasaba üç unsuruyla uluslararası üne sahip olmuş. Çiçekleri, şarkı yarışması ve Casino’su. Şehirde caddelerinde ve ara sokaklarında gezerken “San Remo’da görülecek 10 yer” tabelaları gözünüze çarpıyor. Bunların içinde diğer İtalyan kentleri ile karşılaştırıldığında önemli olarak sayabileceğim San Siro meydanı, San Siro Katedrali ve Torre della Ciapela kulesi var. San Siro meydanına bakan binalarda pencerelere asılı çarşaflar, tarihi korumakla adlandıramayacağım boyasız ve sıvası dökülen binalar bu meydanı benim için ilginç kılmıştı. Katedral ise 12.yy da inşa edilmiş, gelecek yüzyıllarda ise restorasyon çabaları çok sonuç vermemiş ki 1753 te katedralin saat kulesi yıkılmış. Torre della Ciapela ise 1 metreye yakın kalınlıkta duvarlarla inşa edilmesi açısından enteresan bulunabilir. Taşları üst üste dizerek kule veya bina yapmak bunu da 4000 yıl önceden kalan metodlarla (mısır piramitleri) gerçekleştirmenin iki sebebi olabilirdi: Sınırlı yapı bilgisi ya da “birileri gelip yıkacak” korkusu.

San Remo’nun görülecek yerlerini dolaştıktan sonra deniz tarafında yat limanına inerek sahil tarafında bir kafeteryada dondurmalarımızı yedik. Garson kıza şehir gezisi için tren ya da otobüs var mı diye sorduk ama yanıt zaten belliydi. Yok, nereyi gezeceksiniz ki. O anda aklıma San Remo için okuduğum bir gezi yazısı geldi. Yazar en son San Remo’nun en güzel kısmı San Remo’dan geri dönmekmiş diyerek bitirmişti. Ancak ben bu kadar acımasız olmayacağım. Yat limanına komşu, güzel kumlardan oluşan plajı var. Eroi meydanına bağlanan (taş kulenin olduğu meydan) sokaklarda trafiğe kapalı alanlarda harika İtalyan restaurantları var. Lezzetler 10 numara, fiyatlar cazip. İtalyan birası Moretti bulmak da mümkün. Ayrıca bu sokaklarda “işte İtalya’dayım” havasını yakalamanız da çok kolay. Bizim bulunduğumuz gün şehir pazarı kurulmuştu. İstanbul’da sokakları bloke eden Pazar kültürünün aynısı. Kimine göre “aa ne şirin” kimine göre “buradada mı” denir bu pazara.

San Remo’nun bana göre en vurucu ve iyiki gelmişim diyebileceğim yeri ise old town, eski şehri. Ama daha old bir town göremezsiniz, emin olun. Çok dar ve şirin sokaklarda kurulu bitişik nizam bir mahalle burası. Kapı ve pencere önlerinde bulunan tablolar, duvarlara asılı hatıralar, çok dar binalar ve kapıları, karşılıklı binalar arasındaki köprüler, sessizlik ve tenhalığı insanı büyülüyor. Siena, Roma ve ya gezdiğim hiçbir Avrupa ülkesinde bu kadar dar yürüme yolları, karşılıklı birbirine yakın binalar görmedim. Antakya’nın eski mahallesini bilenler varsa hatırlayacaklardır, iki kolunuzu iki yana açtığınızda sokağın karşılıklı duran iki binasına değersiniz. Bu mahallenin yokuş yukarı ve merdivenlerle oluştuğunu da eklersem eğer, acil durum, doğal afet vs. gibi durumlarda ulaşmanın imkansız olduğu anlaşılacaktır.

San Remo ile benim için özdeşleşmiş olan Romina Power’ın kızı 1994 yılında New Orleans’ta kaybolmuştu. Sonrasını bilmediğim için internette biraz araştırdım ama bulunamamış galiba. 1999 da Al Bano ile ayrılmışlar. Romina Power yıllarca kızını aradıktan sonra Budist olmuş. Hikaye böyle bittiyse üzücü. Ben onları stüdyo merdivenlerinden yavaşça inerek üzerlerinde ışık huzmesi ile Feliçita’yı söylerlerken hatırlıyorum hala. San Remo’lu meşhur kimler var bilmiyorum ama Tolstoy son kışını burada geçirmiş. Alfred Nobel ve Sultan 6.Mehmed bu şehirde ölmüşler. Casino’su ise poker oyuncularının kasaya değil, karşılıklı oynayabilmeleri ile meşhur.
Yolunuz düşerse mutlaka eski şehrini görün, küçük İtalyan lokantalarında oturun San Remo’nun.
Bülent Tercümanoğlu

10 Şubat 2010 Çarşamba

Teşekkürler Sevgili Cengiz Bey

Dostlar merhaba; nasılsınız umarım herkesin keyfi yerindedir. Beni soracak olursanız süperim.
Malum 8 Şubat 2010 Pazartesi günü İZDOF bünyesinde Sevgili Cengiz Bey’in Fotoğraf sunumu vardı.
Anlatayım;
Cengiz Bey her zaman ki güleç yüzü ve pozitif enerjisiyle, kapıda karşıladı konuklarını.
Salon kalabalıktı. İlk önce Cengiz bey’in öz geçmişi okundu. Daha sonra Cengiz Bey bir konuşma yaptı.
Ve sunuma başlandı. Koltuklara gömüldük, nefeslerimizi tuttuk, izlemeye doyamadığımız bir birinden güzel fotoğraflar ardı ardına geçit yaptı. Sunum kısa sürdü tadımlık oldu. Hocam tadı damağımızda kaldı, duyurulur. :))
Sevgili Cengiz Bey iyi ki varsın, bu kadar güzel bir etkinlikte beni de unutmadığın için çok teşekkürler.
Elinden kalemin ve fotoğraf makinen hiç düşmesin.
Hocam tekrar teşekkürler…
Dostlar; Hepinizi çok özledim tekrar bir araya gelme dileğiyle.

Kusura bakmayın bu bir gezi yazısı değil biliyorum ama sizlerle paylaşmak istedim duygularımı hoş görünüze sığınarak…