20 Ekim 2009 Salı

Bologna La Rossa








Her gezinin, her gezginin bir hikayesi vardır. 10 Ekim de gittiğimiz Bologna'nın da böyle bir hikayesi var. Yaklaşık bir ay öncesine dayanan. Sienadaki günlerimizde karar vermiştik Bolognaya gitmeye. 8 Ekim benim, 11 Ekim de Yunusun doğumgünüydü ve evlerinden 11 ay uzak kalacak bizler yalnız kutlamak istemiyorduk. İki tarihin tam arasına denk gelen 10-11 Ekim haftasonunu herkese eşit mesafedeki Bolognada kutlama yaparak geçirelim istedik. İşte yolculuk böyle başladı.

Tarihler 9 Ekim Cuma çoğu akşam olduğu gibi König Barda oturuyoruz ama bu akşamın bir özelliği var. O da Harinin bize rakı ve meze sözü vermesi. Meze dediğim domates ve peynir ama yetiyor. Ve geceye bir de sürpriz doğumgünü dahil oluyor. Doğumgünümü kutlamanın mutluluğu ve rakının güzelliği ile saat iki buçuk gibi yurda dönüyorum. Yolculuğum saat dört buçuk sularında başlayacak saat 5 te trenim kalkıyor. İnternetten son defa Bolognaya dair okuduklarımı kontrol ediyorum. Çantamı hazırlıyorum ve yollar beni bekliyor.

Saat beşe çeyrek kala istasyondayım. Kapılar kilitli. İstasyonun önündeki taksiciye soruyorum. Kapılar beşte açılır diyor. İstersen ileriden perona girebilirsin. Tarif ettiği yerden perona giriyorum trenim beni bekliyor. Görevliler son kontrollerini yapıyor. İstasyonda görevliler dışında iki yolcuyuz.


Saatler sekiz buçuğu gösterirken bütün gece hiç uyumamış bir insan olarak Kırmızı Bolognaya varıyorum ve bekleme salonunda diğerlerini bekliyorum. Saat 11 gibi grubumuz treni kaçıran iki eksikle harekete hazır. Öncelikli amacımız hostele yerleşmek ama hostel şehre çok uzak. Biz de ucuz bir otele yerleşmeye karar veriyoruz. Bu arada *lı otellerin 25€, **lı olanların 35€ ve ***lı olanların 50€ civarından başladıklarını tecrübe ediyoruz. Bize en uygun olanı ve şehir merkezine de yakın olan Pensione Marconi ye yerleşiyoruz. Kızlar dört kişilik odayı paylaştıklarından kişi başı 25€ biz ise Yunusla beraber iki kişilik odayı paylaştığımız için 35€ fiyatlarla karşılaşıyoruz. Ama adaletsizlik istemeyen kızlar bizim oda paramızı da bölüşüyor ve kişi başı 28€ gibi bir fiyata kalıyoruz.


Sırada Bologna turu var. İlk durak Piazza Maggiore, Piazza del Nettuno da Neptün heykelinin ve çeşmesinin fotoğraflarını çekerek Piazza Maggioreye giriyoruz. Aslında görülecek yerleri bu kadar diyebilirim. Bir de İki Kuleleri (Due Torri) var. Piazza Maggiore de eski bir saray, Duomo, Piazza Nettuno yer alıyor. Her şeyi bir merkezde toplamış gibiler.

İki kulelerin olduğu meydana gittiğimizde bir sahne kurulduğunu görüyoruz  ve o akşam İki Kuleler Festivalinin olduğunu öğreniyoruz. Akşam geri dönmek üzere bu bilgiyi aklımıza not edip. Avrupanın en eski üniversitesini görmek için yeniden yollara düşüyoruz. Bu arada herkeste özellikle de bende yorgunluk kendini belli ediyor. Üniversiteye giderken kapısı açık bir kilise görüp giriyoruz, biraz kiliseyi gezdikten sonra sıralarında oturup bu huzur dolu atmosferde dinleniyoruz. Üniversite binasını da gördükten sonra Tarihi Merkezin kapılarından çıkıp Seleni uğurlamak ve ardından otele dönmek üzere istasyona yürüyoruz.


Saat yedide hotelimize yerleşiyoruz ve saat dokuz buçukta buluşmak üzere herkes yatakların yolunu tutuyor. Saat on gibi ancak hazırlanıp yeniden iki kuleler yoluna düşüyoruz. Çok görkemli bir festival yok, İtalyanca bir sunum yapılıyor. Sunumun Asinelli Kulesine yansıtılmış olması güzel bir görüntü sunuyor. Bir ara sokağa dalıp açık bir pizzacıdan Margaritalarımızı alıp yeniden Piazza Maggioreye Duomonun merdivenlerine oturuyoruz.
Akşamı da burada noktaladıktan sonra.



Ertesi gün saat 10.45 gibi treni kaçırmış arkadaşlarımızdan biri de dahil olarak aynı rotayı tekrarlıyoruz. Ancak bu sefer 498 basamaklı Asinelli Kulesine tırmanmak da programa dahil. Ve oradan bakınca neden Bologna nın takma adının "Bologna La Rossa (Kızıl Bologna)" olduğunu anlamak o kadar da güç değil. Günün kalanını tren saatlerimiz gelene kadar Piazza Maggiore de önümüzdeki haftanın gezisini planlayarak geçiriyoruz. Sıradaki hedefi Milano-Como gölü olarak kararlaştırıyoruz.



Saatler beşi gösterirken artık ayrılık vakti. Bolzano yollarına düşme zamanı, trenim Trentoyu geçtikten sonra artık anonslara bir de Almanca ekleniyor. Tamam diyorum evime yaklaştık. İstasyona adım attığımda tanıdık sokakların huzuruyla yurduma doğru yürüyorum.

6 Ekim 2009 Salı

Bolzano - İlk İzlenimler

Bolzano da on birinci günümü dolduruyorum. Bu arada ders seçimiydi, evrak işleriydi, oturma izniydi derken çok fazla gezme fırsatım olmadı. En azından fotoğraf çekme fırsatım olmadı yoksa bu işlemler için epey gezdim Bolzano da.

Bolzano internet kaynaklarına göre 50000, yaşayanlarına göre 90000 nüfuslu küçük bir şehir. Aslında şehir demek için de küçük ama. İtalyanın Avusturya sınırına çok yakın olan bu bölgede iki dil kullanılıyor: Almanca ve İtalyanca. Bölgedeki bütün tabelalar, istasyondaki anonslar, şehir isimleri bu iki dilde birden yazılıyor, okunuyor. Marketlerde ve kafelerde çalışanların çoğu iki dili de bilse de bazen İtalyanca bilmeyene denk gelmeniz olası.

Bolzanonun gezilecek çok fazla yerin yok açıkçası. İçinde duomonun da bulunduğu Waltherplatz (Piazza Walther) , istasyon parkı tarihi merkezde görmeniz gerekenlerden. Cumartesi günleri kurulan pazarı ise Yeni Bolzano denen kısımda kalıyor. Henüz pazarına gitme fırsatım olmasa da Bolzano ile ilgili çoğu kaynakta adı geçiyor bu pazarın. Biraz ünlü yani.

Bolzanoda bütün görülmesi gereken yerleri iki saat içinde bitirebilirsiniz ama o doğayı içinize sindirmek için iki saat yetersiz kalır. Dört tarafı dağlarla çevrili bu şehirde temiz havanın tadını doya doya çıkarabilirsiniz. Halkın büyük kısmı bisiklet kullandığı için şehir içinde araba çok fazla rastlanan bir görüntü değil. Sadece halk otobüsleri var. Ve her köşe başında bisiklet parkları.

Dört tarafı dağlarla çevrili demişken gündoğumu ve günbatımına değinmemek olmaz. Ne yazık ki burada günbatımının çok güzel bir görüntüsü olduğunu iddia edemem. Saat henüz üç buçuk dört iken güneş henüz güçlü iken dağların arkasına saklanıyor. Ve sabahları da saklandığı dağların arkasından çıkmak bilmiyor. O yüzden ben Bolzanoya "Ufku olmayan şehir." diyorum.

Bolzanonun bir özelliği de içinde üç tane farklı dağa çıkan üç farklı teleferik olması. Şimdiye kadar sadece yurduma en yakın olanını kullanıp Soprabolzano köyüne çıktım. Köyün adı Yukarı Bolzano gibi bir anlama geliyor Türkçeye çevirirsek. Burası da çok kısa zamanda gezebileceğiniz bir köy. İlginç yanlardan biri ise burada İtalyanca bilen kimseye rastlamadım. Öyle ki oturduğumuz kafede İtalyanca sipariş vermeye kalkınca bize İtalyanca bilmediklerini İngilizce olarak belirttiler ve İngilizce anlaştık. Bu köyden diğer köylere kalkan küçük ahşap vagonlu bir tren mevcut.

Bolzano hakkında şimdilik gözlemlediklerim bunlar burada geçen 10 ayın sonunda daha ayrıntılı bir yazı yazmak dileğiyle..

Soprabolzano fotoğrafları için : http://www.facebook.com/album.php?aid=111029&id=550013088 (not: Teleferik görüntüleri başlayana kadar olan fotoğraflar Bolzano dan)





Fransız Rivierası: Cote d’Azur

Yazının başlığı Güney Fransa’nın tatil beldelerini anlatmak için kullanılan sözcüklerden oluşmaktadır. Ancak teknik olarak hatalıdır. Cote d’Azur Riviera; İtalya sınırından başlayıp La Napoule (Cannes’ ı biraz geçince) ‘e kadar uzanan sahil şeridine verdikleri genel isimdir. Marseilles, Toulon, St. Tropez ise Cote d’Azur Provence adı altında toplanan diğer bölgelerdedirler. Bu sıkıcı ayrıntıdan sonra bizim yaz vakti oralarda ne işimiz vardı anlatayım.

Yazları, deniz güneş kum için genellikle Antalya veya Ege Bölgesinde turistik tesislere gidilir. Rezervasyonlarınızı geç yaparsanız, 7 gün için epeyce bir harcama yapar, üzerine de sezonun en pahalı uçak biletlerini satın alırsınız. Ortaya da pek hesaplı olmayan bir yaz tatili bütçesi çıkar. Bu yıl başında (2009) okuduğum THY-Air France işbirliği adlı haberle Ocak ayından itibaren İst-Nice uçuşlarını takip etmeye başladım. Okulların tatiline uygun sezon olan haziran sonu temmuz başları arasında yurtiçi tatile yakın bütçelerle yine denizli kumlu bir tatili çıkartabilir miyim düşüncemin gerçekliğini hararetle araştırdım.




Çocuklu bir aile için 10 günlük bir tatili en yüksek dönemde en revaçta bölgelerde planlamak çok kolay değil elbette. Konu üç aşamalı: Ulaşım, konaklama, yemek. Ocak ayından Mayıs’a dek THY uçuşlarını takip ettim ve yaptığım rezervasyonlardan en ekonomiği olan kişi başı 600 TL’yi kabullenmek zorunda kaldım. Aslında Milano üzerinden de trenle Güney Fransa hattını gezebilir, istediğiniz yerde konaklayabilirsiniz, ancak Milano biletleri THY’de daha da pahalıydı. MyAir ise aktarmalı gece uçuşları yapıyor Milano’ya, ki bu da bir gece boşa konaklama masrafı ile ekonomik olma pozisyonunu kaybettiriyor.

Konaklama için en büyük avantaj ise holiday-rentals.co.uk adlı websitesini fark etmem olmuştu. Bu sitede tüm Avrupa için mobilyalı kiralık daire ilanları var. İlan verenler ile kolay iletişim sağlayan mail bağlantıları ve isterseniz cep telefonu ile direkt temas mümkün. Evlerin konumlarını google earth ten tam olarak hatta nokta atışı ile inceledim. Sonuçta Cannes’da La Croisette Bulvarına ilk paralelde 35 m2 lik bir daireyi haftalık 330 Euro’ya kiraladım. Ev sahibesi ile mailleşerek anlaştık. Evin adresi, binanın dışı, dairenin içi, tüm tarifler ve fotoğraflar ile iyice etüd edildi. 35m2 küçük görünebilir ancak klasik bir otel odası bazen çok daha küçük olabiliyor. Bu yüzden ebat bizim çok cazipti. Cannes restaurantları ile ilgili de web’i biraz kurcalayınca her bütçeye uygun her mutfağın yemeklerini bulmanın mümkün olduğunu da öğrenmiş oldum. Zaten evimizde oldukça donanımlı olan mutfağımızın beslenme konusunda bazı avantajlar sağlayacağına da emindik. San Remo’dan Marseilles’ya kadar olan şehirleri gezebilmek için tren kullanacaktık. TGV nin bilet fiyatları da müthiş uygundu. Eh artık 7 günlük her şey dahil Antalya bütçesini kurtarmıştım ve rahatlıkla Güney Fransa tatili yapabilirdik.








Gezi programımız 7 gün Cannes, 3 gün Nice konaklama ile oluşuyordu. Bu 10 günlük süre içinde aynı planladığımız gibi; Cannes, Nice, Monaco, Monte Carlo, Antibes, Marseilles, San Remo, St. Honorat adası ve Menton’u gezip bol bol denize girdik. Gezemediğimiz çok da nokta kaldı. Bu bölge; keşfetmeye çok uygun harika noktalar bulunduruyor. Bu yazımda ise aynı başladığım gibi genel özellikler, şehirlerin birbirleri ile kıyaslanması ve faydalı olacağını düşündüğüm ipuçlarından bahsedeceğim.

Dış Ulaşım: Güney Fransa’da nereye giderseniz gidin öncelikle İstanbul’dan Nice’e gitmek zorundasınız. Şimdilik başka uygun uçuş yok. Alternatifleriniz İstanbul-Milano ve tren veya İstanbul-Lyon ve tren. Her iki alternatif de epey pahalı çözümler.

İç Ulaşım: Nice’e ulaştıysanız artık rahatsınız. Bütün güney sizin demektir. Avrupa’nın en ucuz tren, otobüs, tramvay ve helikopter fiyatları bu bölgede. Hele toplum görevi, iyi vatandaş filan gibi stres unsurlarını atarsanız üzerinizden az önce saydıklarımdan helikopter hariç hepsine biletsiz binebilirsiniz. Biletsiz bindiğim trende biletimi tren içinde nasıl satın alabilirim diye sorduğum Fransız genç bana “bilet kontrolü olmadığına göre bilet almaya da gerek yok bu trenlerde” cevabını vermişti.
TGV’ye ait trenler ile San Remo’dan Marseilles’ya kadar olan tüm şehirlere rahatlıkla ulaşabilirsiniz. Trenler sık, rahat, rotaları iyi anlaşılır ve genellikle saatinde çalışıyorlar. Bilet satın almak için makineleri kullanmak daha kolay olabilir. Ayrıca uzun menzilli bilet satın alacaksanız TGV nin webini kullanarak evinizden alışveriş yapabilirsiniz. Marseilles-Nice ve Cannes-San Remo biletlerini İstanbul’dan satın almıştım. Otobüslere gelirsek eğer; havaalanından en yakın tren istasyonuna ya da havaalanından Nice şehir merkezine ulaşım için kullanabiliriz. Bunların dışında otobüs tavsiye edemem. İki sebebi var: İlki; sahil yolu çok tıkalı ve yavaş giden bir yol, özellikle bizim gittiğimiz mevsimde. İkincisi, sahilden gitmeyen otobüsler tren hattının da oldukça kuzeyinde şehir otoyol bağlantılarına yakın yerlerde yolcu bırakıyorlar. Tekrar bir vasıta ya da taksiye binmeniz gerekir. Taksi ise hiç binmediğimiz ama fiyatlarının oldukça yüksek olduğunu duyduğum araçlar. Örneğin Nice Monaco arası taksiyle 70 USD, helikopterle 65 USD. Tramvay her kentte bulunmuyor, ancak Nice’te güzel çalışan bir hat var. Tek hat üzerinde şehir içi ulaşımda büyük kolaylık sağlıyor.

Plaj: Güney sahillerinin her yerinde denize girebilirsiniz. Tüm kentlerde özel ve halk plajları ayrı ayrı mevcut. Cannes’da plaj, kum ve her zaman çok temiz. Her gece özel makinelerle temizleniyor. Kum düzleniyor ve sabah erken gelirseniz ilk sizin ayak izleriniz çıkıyor. Nice’ten San Remo’ya dek Riviera’nın kalanı taş plaj. Kum sevmeyenler için ideal. Taşlar yuvarlak ve doğal çakıl. Fakat temiz değil. Promenade Nice plajı cam kırıkları dolu. Taşın içine girdiği için kırıkların temizlenmesi de çok güç. Ayrıca Cannes’da plajlarda sigara izmariti ve çöp hiç yok fakat Nice’te durum tam tersine. Menton ve Antibes için de taş plaj diyebiliriz. San Remo da plaj tekrar kum oluyor. Tabii daha mütevazi bir yerleşim noktası. Kum ve taş ayrımı dışında plajların bir ortak özelliği var. Hemen hepsi yoğun yerleşim bölgelerinin önünde bulunuyor. Cannes’da evimizden çıkıp 70-80 metre yürüyerek plaja ulaşıyorduk. Halkın iç içe olduğu günlük doğal yaşamı plajlarla birleştirmişler. Denizler de çok temiz. Bütün evlerde WC arkalarında dahi arıtma makinesi var. Tüm atıklar daha evinizde zorunlu olarak arıtılıyor. Çevre bilinci böyle bir şey işte. Plajlarda genel olarak çıplaklık yok diyebilirim. Özel kullanım için özel plajlar elbette mevcut ama özellikle bu tip bir şey aramıyorsanız oldukça neşeli ve ölçülü bir deniz günü yaşayabilirsiniz halk plajlarında. Deniz için Cannes plajlarını diğerlerinin çok üzerinde buldum, genel olarak çok zevkli ve temiz.





Gezi ve Turizm: Tüm güney Fransız kentlerinde petite Train kurulu ve kullanıma hazır durumda. Kişi başı 5-7 euro arası bir bedel ödeyerek 1 saate yakın gezebilirsiniz. İsterseniz bazı duraklarda inip bir sonraki tren gelene dek keşif yürüyüşleri yapabilirsiniz. Kozmopolit yapısı, köpekli sokak dilencileri, abnormal insanları ile Nice bize çok itici geldi. Bekarlar için sorun olmayabilir belki ama çocuklu aile için gece gezmeleri ve her sokağa girip çıkmak biraz ürkütücü. Avrupa’nın çok yerinden çok farklı insan Nice’e gelmiş. Her çeşit insan var denir ya, her çeşit turist var. Polis de çok ama yine de güvensiz bir hal var. Cannes için yine tam tersini söyleyeceğim. Alkolün su gibi aktığı barlar caddesinde dahi en küçük bir taşkınlık ya da olaya şahit olmadık. Sokaklarda itici gelecek insanlar yok. Görünümü faul olanları da Polis çevirip kimlik filan sorarak taciz ediyor. Hiçbir rahatsızlık yaşamadan rahat tatil için Cannes en avantajlı konumda. Marseilles daha büyük bir kent havasında. Şehir içinde tek plajı var. Çok güzel küçük bir koy. Ama bunun dışında şehir dışında plajları, adaları olan fantastik bir kent. Kuzey Afrikalı, özellikle Tunus’lu çok Marseilles’yada. Sokaklarda yürürken bazen 70 li yılların Mahmutpaşa’sı ve Eminönü arka sokakları gözümün önüne geldi. Arap, zenci, sarıklı garip adamların diyarı gibiydi.
Monaco ve Monte-Carlo elit halkı, zengin şehri ve bakımlı parklarıyla komşularından çok farklı bir çizgiye sahip. Katedral, Saray, Formula parkuru, okyanus müzesi Monaco’nun gezilecek noktaları. Monte-Carlo’nun meşhur kumarhaneleri ve müthiş yeşil bahçeleri de ilgiyi artıran özellikler.






Antibes falez gibi kayalıkların üzerinde bir kale içinde kurulmuş eski bir yaşam merkezi. Civar plajları bakir ve çok hoş. Şehir ise “old town” adıyla anılabilecek çok güzel Akdeniz kasabası havasında. İtalya sınırında bulunan Menton, iki ülkenin karşımı gibi. Monaco’ya yakın olması en büyük avantajı. Çok kısa sürede Grand Prix’ye ulaşmak mümkün. Formulacıların rağbeti yüksek Menton’a. San Remo’ya gelirsek eğer tam bir İtalyan kasabası. Tipik insanlar, tipik evler. Güzel restaurantlar. Sokak tipi cafeler. Dar ara sokaklar. Antakya iç mahallesi kadar dar. Başka da bir şey yok. Şehir turu, gezi treni vs. yok. Zaten onlara göre turistik de değil. Biz heveslenmişiz, Romina Power hep oradaymış gibi. Oysa Al Bano bile yoktu.





Sonuç: Tüm sahil şeridinde Akdeniz kasabası havasını bizim ülkemizden çok çok farklı yaşıyorlar. Temizlik ve çevrecilik ana prensip olmuş. Bu sayede sosyalleşerek, barlarda tanışarak, beach-volley oynayarak, denize girerek, güneşlenerek tatil yapıyor Avrupa’lı. Bizim çok daha ucuza sağladığımız her şey dahil otellere kapanmaktansa bu tip tatilleri tercih ediyorlar. Düşünün İzmir Karşıyaka sahilden denize girilse, veya Caddebostan’dan Bostancı’ya dek plaj olsa ve kullanılsa. Avrupa’nın paralı turisti akın akın gelir, tüm bu bölgelerde turizmden kaynaklanan müthiş istihdam ve iş alanı doğardı.




NedeN: Bu yazıyı yazdım, çünkü bizim için sezonun en yüksek döneminde bu tip bir tatil ancak hayal olurdu. Oysa artık araştırma devrinde yaşıyoruz. Bir merkez tutup orada ev kiralamak da çok beğendiğimiz güzel bir çözüm oldu. Yakınlara trenle ulaşmak, market ve fırınlardan tatlı pasta vs. yi satın alıp evde çayla birlikte yemek, pencereden gece showlarını seyretmek çok zevkli oldu. Bunca zamandır yaptığımız geziler arasında belki de en ekonomik olanı buydu.
Tatil için, yaşam kültürünü yakından tanımak için, zevk için Fransız Riviera’sını şiddetle tavsiye ederim.
Saygılarımla,
Bülent Tercümanoğlu

NOT: Yukarıda adı geçen kentleri ayrı birer başlık altında detaylı yazacağım, fırsat bulunca.

5 Ekim 2009 Pazartesi

Sular kenti - Venedik / Venezia / Venice

Öncelikle bloggera pek fotoğraf eklemekle uğraşmadığım için Venedik fotoğraflarımın facebook linkini vereceğim, böylece fotoğraflara bakmak isteyen biri orayı inceleyebilir. Link: http://www.facebook.com/album.php?aid=110880&id=550013088

Bu benim ilk gezi yazım olacak bu sebeple üslubum ve yazdıklarım bir gezi yazısından çok bir anıyı andırabilir bunun için şimdiden özrümü kabul edin. Neyse sadede gelelim...

Venedik gezisi benim için iyi ve kötü olarak unutulmaz bir deneyim oldu. Doğrusu hatalarla dolu bir geziydi. Her şey Erasmus için bulunduğum Bolzanoda Uni-Party topluluğunun verdiği Black & White Party ye gitmek üzere burada tanıştığım iki Türk kızıyla buluşunca başladı. "Yarın Venedike gidiyoruz." dediklerinde "Güzel bir plan." dedim ve geziye davet edildim. Yorucu geçen bir partinin ardından gece 03.30 da yatağa girip sabah 06.30 da yataktan çıkarak Venedik gezisine başladık.

Bolzano dan 08.31 treniyle Verona aktarmalı olarak Venedike vardığımda aklımda gezilebilecek yerlere dair hiç bir fikir yoktu. Çünkü hazırlıksız gelmiştim ki bu yaptığım ilk hataydı. Geziye dair yaptığım tek hazırlık sırt çantama şemsiyemi ve ceketimi yerleştirip kendimi yollara vurmak olmuştu.

İstasyondaki "Ufficio Informazione" ye geldiğimizde neredeyse bizim emekli maaşı kuyrukları gibi bir kuyruk gördük ve beklemektense kendimiz gezmeye karar verdik. Gidip bir hediyelik eşya satan dükkandan 3.70€ vererek bir Venedik haritası satın aldım artık gezmeye hazırdım. Harita benim için yeterince ayrıntılıydı ve gezmemiz gereken yerler büyük büyük resimlerle harita üzerinde ifade edilmişti. Bunlar arasında en önemlileri San Marco Meydanı, Rialto Köprüsü ve Santa Maria Meydanıydı.

Ben kafamdan izleyeceğimiz yolu hesaplayıp geçeceğimiz sokakları planlarken; kızlar hatıra fotoğrafları çekmeye başlamıştı bile. Her köprüde her kanalda durup hatıra fotoğrafı çeken bir ikiliye denk geldiğim için şanssızdım ayrıca bu ikilinin bana zerre güvenmediği de ikide bir "Kaybolduk bence yolu başkasına soralım." demelerinden belliydi ki o noktada gezi planımda yaptığım ikinci büyük hatanın farkına vardım. Yeterince tanımadığım insanlarla bir yolculuğa çıkmaktansa yalnız çıkmayı tercih etmem gerekirdi. Bir de şu vardı ki ben ne zaman durup bir kilisenin veya güzel bir binanın fotoğrafını çekmeye çalışsam kendi aralarında "Evet hadi her eski binanın fotoğrafını çekelim." Şeklindeki konuşmalarını duymak rahatsız ediciydi.

İşte bu hatalar nedeniyle önümüzdeki aylarda tek başıma veya daha iyi tanıdığım arkadaşlarımla beraber yeniden Venedik yollarına düşeceğim ve umarım bu sefer daha iyi bir gezi yazısı yazacağım. Artık Venedik hakkında yazmaya başlasam iyi olacak sanırım.

Venedike vardığımızda Santa Lucia tren istasyonunda indik ve haritamı satın aldıktan sonra istasyondan çıktık. Bizi karşılayan Canale Grande kıyısına kurulmuş bir taksi durağı ve bir "otobüs" durağı oldu. Otobüs dediğim daha çok bir çeşit vapur ama vapur demek için de biraz küçük.

Planım önce Santa Maria Meydanını görmek ardında meşhur Ponte di Rialto (Rialto Köprüsü)yu geçip, San Marco Meydanına ulaşmaktı. İstasyonun önündeki Ponte degli Scalzi den Canal Grandeyi geçerek Venediğin dar sokaklarına giriş yaptık. Doğrusu Venedik halkının bu kadar dar sokaklarda yıllardır nasıl yaşadığını merak ediyor insan öyle sokaklar var ki iki kişinin yanyana yürümesi mümkün değil.

Dar sokakları küçük kanalları geçerek ve Ponte Rialtoya doğru giden kalabalığı takip ederek Santa Maria meydanının paralel sokağına geldik. Aslında bir meydandan çok bir kilise bahçesi denilebilir bu meydana. Büyük bir kilise ve önünde küçük bir meydan olan bu yerdeki kilisenin mimarisi görülmeye değer. Yani Venedike gidip de Santa Maria meydanına uğramamak hata olur.

Ardından yine dar sokakları takip ederek Rialtoya doğru yola çıkıyoruz. Sokakların her iki yanı da dondurmacı, pizzeria ve murano camından takılar satan insanlarla dolu. Murano camı Venedike özgü el işçiliği örneği. Çok şık takılar ve saatler bulabilmeniz mümkün.

Ponte di Rialto büyük ve üzerinde dükkanların bulunduğu bir köprü ama ya yüksek beklentilerle gittiğim için ya da gerçekten öyle olduğu için övüldüğü kadar güzel olduğunu iddia edemem. Yine de gitmişken görülmesi gereken bir yer.

Yolumuz yine dar sokaklara ve pasajlara düşüyor ve sonunda San Marco Meydanındayız. İşte bu meydan gerçekten gezilmeye değer bir yer. Etrafındaki Venedik Duomosu diye adlandırabileceğim kilisesi, bir takım resmi daireleri ile güzel mimari örnekleriyle çevrelenmiş büyük bir meydan ve sanki bir açıkhava konseri varmış gibi tıklım tıklım dolu.

Burada da yeteri kadar molamızı verdikten sonra meydandan Canale di San Marco nun kenarına çıkıyoruz. Neredeyse otuzbeş gündür deniz görmemiş benim gibi bir İzmirli için cennet gibi bir yerdeyiz. Kordonu andıran uzun bir cadde ve kıyısında deniz. Caddeyi kesip Venediğin içine ilerleyen kanallar ve onların üzerindeki köprülerle Venediği yaşamaya değer kılabilecek bir cadde.

Artık yorgunluk ve açlık etkisini gösterdiği için istasyona yürüyerek değil otobüs ya da taksi ile dönme planları yapıyoruz. Ancak o zaman Venedikte ulaşımın ucuz olmadığını öğreniyoruz. Otobüs biletleri 6.50€ taksi ise 60€ istiyor. Biz de tekrar yürümeyi ve yürürken bulduğumuz bir yerde yemek yemeyi düşünüyoruz.

Dönüş yolunda bir meydanda şık bir restoran buluyor ve oturuyoruz. Venedikteki çoğu restoranda Coperto(masa ücreti) alınmıyor ama bizim oturduğumuz yerde %12 Servizio(Garsoniye - servis ücreti) var. Kabul edip siparişlerimizi veriyoruz.

Yemekten sonra neredeyse her köşede bulunan "Alle Ferrovia" işaretlerini takip ederek istasyona dönmeye başlıyoruz ama nedense yol gittikçe uzuyor, ve geldiğimiz dar sokaklarda değil de Kıbrıs Şehitlerini andıran geniş bir caddede yürüyoruz. Sanırım Venedikin en geniş caddesi bu olsa gerek. İstasyona vardığımızda haritadan geldiğimiz yolu kontrol ediyorum ve bana Kıbrıs Şehitlerini ve İzmirimi hatırlatan bu sokağın "Strada Nuovo"(yeni sokak) olduğunu öğreniyorum.

İstasyonda sıra beklerken Azeri bir çiftle tanışıyoruz. Türk kardeşler diyerek selamlıyorlar bizi ve ardında Verona aktarmalı trenimizle yeniden Bolzano, yeniden yurt.

Bu geziden bana kalan ise yorgunluk, Venedikin güzellikleri ve yaptığım hatalardan aldığım dersler oluyor.

Kısa kısa Venedik:
+ Murano camı ve gondolları ünlü,
+ Saat kulelerindeki saatler 24 lük sisteme göre, görülmeye değer,
+ Santa Maria meydanı, Rialto Köprüsü ve San Marco meydanı mutlaka görülmesi gereken yerlerden Strada Nuovoya da uğramakta yarar var.

26 Eylül 2009 Cumartesi

DALYAN

Gözümle görmesem inanmazdım! Peki gözümle gördüm de ne oldu? Yine inanamadım.

Geçtiğimiz ay dört günlüğüne kaçtığımız Dalyan ziyareti öncesi, her yeni ya da eski keşifte olduğu üzere biraz kitap karıştırmış, yöre hakkında çıkan yazı ve haberlerin de içinde bulunduğu “gazete kupürleri dosyası” ortaya saçılmış ve nihayet internet ortamında sayısız site ziyaret edildikten sonra dersimiz Dalyan iyice çalışılmıştı. İlk kez yirmi altı yıl önce gidip gördüğüm ve o zamanlar suyun (!) kenarına sıralanmış birkaç barakadan ibaret olarak hatırladığım Dalyan hakkında, böylece eni konu fikir sahibi olmuş ve bilgilerimizi tazelemiştik.

Ancak Dalyan denince ilk akla gelen ve Caretta Caretta’ların dünya üzerindeki en önemli doğurganlık (!) alanlarından sayılan İztuzu sahilini, keşif gezimizin ikinci gününde ziyaret edince gözlerime inanamadım işte…

Çünkü uçsuz bucaksız uzanan ve bir tarafı tatlı su, diğer tarafı turkuvaz deniz olan bu sahili, el değmemiş bâkir bir alan sanırdım öteden beri ben. Belki birkaç gözetleme kulesi ve ilgili – yetkili az sayıda görevli… Oysa sabahtan akşama kadar, teknelerin akın akın taşıdığı insanlarla doluyor bu alan!.. Şezlongları, şemsiyeleri, yiyecek içecek mekanları, suları akmayan (!) duş ve tuvaletleri ile kocaman bir eğlence merkezi… Sadece, Caretta Caretta’ların yumurtladığı, plajın tam orta yeri boş bırakılmış ve bu alana şemsiye çakılması yasaklanmış. Hepsi bu… Eni 100-150 m.yi, uzunluğu ise 6 km.yi bulan altın renkli ve incecik kumlu bu eşsiz coğrafya her daim ve her milletten insanla dolu!

Tamam, bu hayvancıklar sadece geceleri çıkarmış yeryüzüne. Bir de dolunay varsa tepede değmeyin keyiflerine. Bu yüzdendir ki, akşam 19’dan sonra boşaltıyormuş İztuzu. Peki ya istisnalar?!. Çünkü çok değil iki ay önce (Haziran 2009) herkesin meraklı ve şaşkın bakışları altında 1.5 m çapında, 150 kiloluk ve hayli aceleci dev bir denizkaplumbağası güpegündüz sahile çıkmış. Önce arka ayaklarını kullanarak, yumurtalarının tam olarak nerede gömülü olduğu belli olmasın diye birkaç tane sahte çukur kazmış. Sonunda kendince en uygun bulduğu çukura yaklaşık yarım saat süren zorlu bir uğraştan sonra –bu arada çok zorlandığı için bol bol gözyaşı da dökerek– pinpon topu büyüklüğünde (sansar, tilki, çakal, martı ve yengeçlerin izin verdiği ölçüde sadece 1-2 tanesi hayatta kalabilecek) 100 kadar yumurta bırakmış. Arkasından açtığı çukurları yine kendi elleri ve ayaklarıyla güzelce kapatmış ve denizine geri dönmüş. Tabii bu o kadar da kolay olmamış. İki üç yılda bir gerçekleştirdiği bu namahrem eylemini bütün detaylarıyla birlikte izleyen meraklı kalabalık, onu hemencecik bırakmamış. Çoluk çocukla beraber bol bol fotoğraf da çektirmiş.

On beş gün önce yine Dalyan deltasında saatler süren bir sevişmenin ürünü olarak güpegündüz gerçekleşen bu doğurganlık olayının diğer detayları, hâlen İztuzu’nun çeşitli köşelerinde iftiharla ilan ediliyor. Tam 85 milyon yıldır bu alanı kutsal bir görev yeri olarak bilip tanıyan Caretta Caretta’lar, sahilin halka açıldığı son 10-15 yıldır rahat bırakılmıyor. Turistik gelirler uğruna medeniyetin pisliği (gürültü, kirlilik, şamata) ile baş başa bırakılıyor. Bize ise ilk şaşkınlıktan sonra durup uzun uzun düşünmek kalıyor.


Benim Caretta...



Zaten Dalyan’da bulunmak, düşünmek ve düşlere dalmakla eşdeğer bence. İnsan burada bir güz ve bir kış geçirse, oturur kitap yazar. Sabah erkenden pencereni Kral Mezarları’na açmak, arkasından günün en dingin bu saatlerinde yavrularıyla birlikte gezinen ördekleri doyurmak, ağustosböceklerinin cırıltısı başlayana dek sessizliği ve bir başınalığı doyasıya yudumlamak… Yanıldım; kitap için tek mevsim de yeter.

Topu topu beş bin nüfusu var Dalyan’ın. Onların da neredeyse yarıya yakını İngiliz ve Hollandalı. Elin oğlu işini iyi biliyor. Kendi mahalleleri ve işletmeleri var. Eylül Ada’ya bir bebek aldık: Oyuncak dükkanının sahibi İngiliz’di.

Dalyan’da her yer su. Köyceğiz Gölü’nün denize kavuşma çabası yaratmış bu deltayı. Eskiden deniz kenarında olan Köyceğiz, körfez ağzının alüvyonlarla tıkanması sonucu Akdeniz’den ayrılmış, ama tam da kopamamış, sularını bir şekilde denize akıtmaya devam etmiş. İşte tümüyle sazlıklarla kaplı lagünlerden, labirent gibi döne dolaşa denize uzanan kanallardan ve küçücük göllerden oluşan Dalyan, böyle ortaya çıkmış. Müthiş bir rutubet ve sivrisinek istilası ile birlikte…

•••

Dalyan’ı bir çekim alanı haline getiren bir başka özelliği ise Kaunos... Karya’nın önemli limanlarından ve ticaret merkezlerinden biri olan bu antik yerleşim, günümüze kadar ulaşabilen çok sayıdaki Kral Mezarı’nın yanı sıra akropolü, agorası, tapınakları, çeşmeleri, tiyatrosu, surları ve kaleleri ile beş bin yıldır tarihe tanıklık ediyor. Bir zamanlar kendi adına altın para bastıracak kadar zengin olan –bu yüzden de sürekli soyulup yağmalanan– Kaunos, dünyadaki ilk gümrük uygulanan yerleşim yeri olması açısından da önemli. İhracatını yaptığı en değerli ürünü ise tuz ve tuzda balıkmış o zamanlar kentin. İztuzu’nun adının da bu ünden kaynaklandığı sanılıyor.

Dalyan merkezinden sandalla karşıya geçtikten sonra yaklaşık yarım saatlik bir yürüyüşle ulaşılan Kaunos, efsaneleriyle de ünlü elbette. Kentin kuruluşuna dair anlatılan bu efsaneler ise hüzün dolu…

Heredot’a göre; Apollon'un oğlu Karya Kralı Miletos'un ikizleri olur. Erkeğe Kaunos, kıza ise Byblis adı verilir. İkizler birlikte büyürler ve birbirlerine aşık olurlar. Ve bu gizli aşk, ancak bebekleri doğunca ortaya çıkar. Çok öfkelenen kral, oğlunu ülkesinden kovar. O da kendisini sevenlerle birlikte Lidya sınırında, şimdiki Dalyan'ın karşısında kendi adını taşıyan kenti kurar. Gördüğü hakaretlere ve sevdiği kardeşinden ayrı kalmaya çok üzülen Byblis ise gözpınarları kuruyuncaya kadar ağlar ve sonunda bir kayadan atlayarak canına kıyar… Efsaneye göre, Dalyan'daki kanallar, işte Byblis'in bu gözyaşlarından oluşmuştur.

Romalı tarihçi ve şair Ovidius ise bu olayı daha farklı aktarır. Ovidius'dan bize nakleden Azra Erhat'a göre, Kaunos'un kuruluşuyla ilgili efsane şöyledir:

Byblis, Kaunos'a aşık olur ve kardeşine bir mektup yazarak duygularını dile getirir. Kaunos ise Byblis'in duygularını öfke ve tiksinti ile karşılar. İkizini bir daha görmek istemeyen genç adam, babasının ülkesini terk eder ve kendi adıyla anılan yeni bir kent kurar. Byblis ise karşılıksız kalan sevgisi yüzünden hayatına son vermek isteyerek, yüksek bir kayanın üzerinden kendisini aşağı atar. Ama Nymphe’ler (su perileri) Byblis'e acır ve onu bir pınara dönüştürür... İşte Byblis, o gün bugündür düştüğü yerden çağlar durur.

•••

Dalyan, yetersiz alt yapısı ve yönetimsel sorunlarına rağmen üst kültürüyle farklı ve keyifli bir kaçış noktası. Suyun üzerine kurulmuş gibi duran nitelikli konaklama tesisleri, sadece jazz dinlenen ve ‘müziğimizi beğenmiyorsanız lütfen başka yere gidiniz’ diyen kahveleri, parkları, gece gündüz nefes kesen manzarası, doğası, küçük çarşısı ve yöreye has mavi yengecin eşsiz tadıyla haklı olarak övünen lezzet duraklarıyla sık sık gidilesi bir yer...

Biz, ilk fırsatta tekrar gideceğiz.


Fotoğraf: E.Ada



– Eylül 2009

21 Eylül 2009 Pazartesi

İTALYAN KLASİĞİ MİLANO



İTALYAN KLASİĞİ MİLANO
Mart 2009 rotamızın üçüncü ayağı Milano’ydu. Porto havaalanından TAP (Portekiz ulusal havayolları) ile Milano’ya uçacağımız uçağın önüne geldiğimizde biraz şaşırmış ve telaşlanmıştık. 45 kişilik küçük jetler ile daha önce hiç yolculuk yapmamış ve 3 saate yakın sürecek bu yol için bu küçük jetin uygun olup olmadığı konusunda endişelenmiştik. Uçağa binerken eşim hostese “bu uçakla hiç portodan milanoya gittiğiniz oldu mu” diye sordu. Aldığı evet yanıtına güvenip yola çıktık. Neyse ki oldukça rahat ve konforlu bir uçuş ile Milano’ya ulaştık.
Milano’da üç havaalanı var. Malpensa; genel uçuşlar buraya yapılıyor, THY dahil. Ancak şehre 60 km mesafede. Linate; Avrupa ve İtalya içi bazı uçuşlar için kullanılıyor, küçük ama şehrin merkezinde. Almanya’dan Lufthansa kullanıyor. Orio Al Serio; aslında Bergamo’da, ama Milano’ya 60 km uzaklıkta ve Myair; İstanbul-Milano için buraya iniyor. Biz de Malpensa’ya indik ve kişi başı 7 euro ödeyerek shuttle otobüsle şehir merkezi yolunu tuttuk. 1 saate yakın süren bu yol merkez tren istasyonunda son buluyor. Elbette her gezi öncesi google earth çalışmaları ile hazırladığımız haritaları kullanarak otelimizi bulduk.
Milano, tam bir otel cenneti. Sayısız otel var. İyi bir araştırmayla merkezi, uygun ve kaliteli bir otel seçebilirsiniz. Best Western Hotel Felice Casati (****) bizim kaldığımız ve üç kişi için gecesine 90 euro ödediğimiz (kahvaltı dahil) güzel bir adresti. Tren bağlantısı ve katedral için iyi bir konuma sahipti.
Kentin ilk ziyaret noktası, merakla beklenen bölgesi elbette katedral ve çarşısıdır. Katedral hakkında detaya girmeyeceğim, yeterince kaynağa çok kolay ulaşabilirsiniz. Her Avrupa kentinde olduğu gibi Duomo Katedralidir, gotiktir. (bu terimi kendi sözlerimle açayım; 12.yy ın sonlarında başlayan, şehircilik etkisi ile ortaya çıkmış bir Avrupa sanatıdır. Doğu ve Bizans kültürüne karşı benimsenmiş, farklılığı ortaya koyma çabasıdır.) Tanrıya en çok yaklaşma yarışında en başarılı Dom Katedrallerinden biridir. Gezmek ücretsiz ancak her daim kapıda güvenlik sırası bulunmaktadır. Normal olarak içeride flaş kullanmak, cep telefonu ile konuşmak, çocuk ağlaması yasaktır. Bulunduğu meydan, hemen yanındaki çarşı, çevre binalar insana Açıkhava müzesi izlenimi yaratsa da her şeyin ölçü olarak bu kadar büyük olması bence Milano’yu Floransa ve Siena’nın bir adım önüne taşır. Tabii Milano eserleri daha gençtir.
İşte bu meydana yürüyerek yaklaştıkça hararetli bir kalabalık stad sesi de duymaya başladık. Sonunda meydana geldiğimizde katedralin hemen sağında, abartmayayım ama neredeyse katedralin cephesi ebatlarında dev bir ekran kurulmuş olduğunu gördük. Ekranda İtalya-Avustralya rugby maçı vardı. Sesi de yeri göğü inletecek cinstendi. İnanın dev ekran ve katedral müthiş bir tezattı. Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu nerede, görevlerinin başında değiller mi diye düşündüm. Meydanın bir klasik özelliği de güvercinleri. Suriye'li veya Mısır’lı satıcılardan satın alacağınız yemleri elinizden, kolunuza konarak rahatlıkla yer bu güvercinler. San Marco’daki gibi.
Katedralin sol tarafında ise Galleria Vittorio Emanuele II adında dünyanın en eski AVM’si bulunmaktadır. Adını ilk İtalya kralından almaktadır. Katedralin ihtişamı altında kesinlikle ezilmeyen ve yarışan bir yapı. Çarşı; Piazza del Duomo ile Piazza della Scala’yı birbirine bağlar. Caddeler arası geçiş açısından İstanbul kapalı çarşıyı andırabilir. Cam tavanı Brüksel’de bulunan Saint-Hubert camlı çarşıya benzemektedir. Tabii tüm ölçüler Milano’ya has müthiş büyüklükte. Göbekteki octoganal yapının cam tavanını ise hiçbir yerde görmedim. Çarşı içinde yürürken gözüm hep tavanlarda kaldı, birçok turistin olduğu gibi. 1865-1877 arasında 12 yılda inşaatı tamamlanmış genç bir bina diyebiliriz. Ancak tasarımı Giuseppe Mengoni tarafından 4 yılda yapılmış. Meşhur markaların dükkanları ile dolu alanda tabela birliği sağlanmış. Siyah üzerine sarı işlemeli reklamlar en azından göze çok batmıyor. Herşeye rağmen nefis taş işlemelerin arasında kocaman Mc. Donald’s a gülmemek elde değil.



Şehrin bende iz bırakan müthiş yapılarından biri tren istasyonu (merkez), diğeri La Scala tiyatro binasıdır. Her ikisi de ebat olarak kendi alanlarında en büyükler arasındadır. Tren istasyonu; inşaat sahasının topoğrafyasından faydalanılarak iki katlı inşa edilmiş. Açık alanda iki katlı sayısız hat yapıp işletmek ve bunu inanılmaz cephe süslemeleri le sergilemek çok vurucu ve akıllıca gerçekten. Harika istasyonu Mussolini yaptırmış. Kente nefis bir eser katmış ama faşizmin insanlığa ne kadar zararlı olduğunu anlayamadığından zararını kendi görmüş ve 1945’te yine Milano’da baş aşağı asılarak halka teşhir edilmiş.

Milano, İtalya’nın tüm diğer kentleri gibi iyi korunmuş tarihi yapıları, tarihi sokakları, temiz çevresi, tramvayları ile gerçek bir turizm kenti. Bunun yanında otomotiv ve moda konusunda da öncü bir kent. Alışveriş için giden çoktur. Bana garip gelir böyle şeyler ama Milano da bu durumu doğal karşılamak mümkün. Seçenek ve fiyat skalası o kadar çeşitli ki, mutlaka size uygun bir şeyler vardır.

İtalya klasikliğinde bir diğer konusu da restaurantları bence Milano’nun. Katedral meydanında ya da camlı çarşı içinde çok lezzetli menüler bulabilirsiniz. Eğer yemek ve harika tatlılar ile biten bir öğün düşünüyorsanız, şarap dahil kişi başı 30-35 euroyu gözden çıkarmalısınız. Bu rakamlar tabii meydanda böyle. Civar sokaklarda ise biz bazen eşimle, bazen oğlumla keşifler yaptık. Bir akşam tavşanlı spaghetti bulduk. Çok lezzetliydi. Bir akşam haşlama kokoreç bulduk, şaşırdık ama pek beğenmedik. Pişirme tekniği farklıydı biraz. Hem Avrupa birliğinde yasak değil miydi? Pizzalar, pasta grubundaki hamur işi yemekleri her zamanki gibi çok iyiydi. Son gece ise yine sokak aralarında deniz mahsulleri çalışan bir yer bulduk. Midyeli pilav, kılıç balığı ve codfish süperdi. Tiramisu ve cappucino deyince zaten İtalya’yı hep önde tutarım. Milano’da da bu ikiliyi en uyumlu ve lezzetli şekilde sokak cafelerinde tadabildik.
Genel olarak İtalya’yı beğeniyorsanız Milano’yu da gezi listenize alabilirsiniz. Ana hedef olmasa da çok yönlü ulaşımı için en azından bir uğramaya fazlasıyla değer.
Saygılarımla,
Bülent Tercümanoğlu

17 Eylül 2009 Perşembe

ABD Gezisi 2 - San Fransisco






If you're going to San Francisco
Be sure to wear some flowers in your hair
If you're going to San Francisco
You're gonna meet some gentle people there


Saçlarımıza çiçek takmadık ama San Fransisco’da gerçekten çok nazik insanlarla karşılaştık. Sevecen, yardımsever ve hayat dolu. Evsizinden sokak çalgıcısına, işadamından otobüs şoförüne tüm San Fransiscolular şarkıda da belirtildiği gibi nazik olmayı sanki bir görev kabul etmişler ya da kültürlerine işlemiş.
Amerika’nın en sıra dışı şehrine bu ikinci gelişim. İlk gelişimde iki gün kalıp Las Vegas’a uçmuştuk. Fisherman’s Wharf ve Pier 39 dışında aklımda çok bir şey kalmamış. Biraz da Alcatraz. Buraları da şehrin en turistik yerleri zaten.
Bu sefer San Fransisco’yu keşfetmek için tam 12 günüm var. Chicago’dan LA aktarmalı bir uçuşla sabah dokuzda başladığımız uçuşumuzun sonunda yerel saatle 6 gibi SF havaalanındayız. Ertesi gün kızımı ve kardeşimi karşılamak için tekrar havaalanına gideceğimizden bu ilk gece alana yakın bir otelde konaklıyoruz.
Heyecanlı bir bekleyişten sonra nihayet kardeşler tekrar bir arada. İlk 15 dakika hasret giderdikten sonra taksiye binmeden dalaşmaya başladılar bile.
Otelimiz şehrin merkezine çok yakın olmamakla birlikte konum olarak ulaşılması basit bir yer olan Japan Town’da. Burası japonların yoğun olduğu bir bölge. Etrafta japon marketler, restoranlar ve japon malı satan çok sayıda işyerinin olduğu bir semt. Bu nedenle kaldığımız süre boyunca bol bol sushi tükettik. Ama çok geçmeden SF’nun asıl nüfusunu oluşturanların Çinliler olduğunu görüyoruz. Amerika’daki en büyük Chinatown da burada zaten.
İlk gün biraz dolaştıktan sonra özellikle jet leg mağduru kızım ve kardeşim ayakta uyumaya başladıkları için otelimizin yolunu biraz erken tuttuk, ama daha sonraki günler San Fransisco’da ayak basmadık yer bırakmadık
San Fransisco’yu keşfetmenin en güzel yolu yürümek. Ancak her daim iki çocukla birden yürümek o kadar kolay olmadığından çoğu kez toplu taşımayı kullanıyoruz. Toplu taşıma konusunda alternatif çok. Otobüs ve metro dışında, tramvay ve cable car denilen San Fransisco’nun sembolü olmuş cadde tramvayları sizleri istediğiniz yere taşıyor. Ulaşım oldukça pahalı. Cable car’da indi bindi 5$ diğerlerinde ise 2$. Ancak bu vasıtaları sürekli kullanacaksanız bizim yaptığımız gibi adam başı 24$ verip haftalık paso almak en iyisi. San Fransisco’nun yokuşlu sokakları yürümek için oldukça yorucu olduğundan en akıllı çözüm bence bu. Şehirde araba kullanmak ise park yeri probleminden dolayı zor.
Otelimizde kahvaltı biraz pahalı olduğundan ilk günden itibaren kahvaltımızı şehirde yapmaya karar verdik. Böylece otelde vakit geçirmeden kendimizi dışarı atmış olduk. Aktarma alacağımız durak olan Union Square’de indiğimizde gözümüze çarpan ilk yer olan Lori’s Diner adlı restoranda kahvaltı o kadar hoşumuza gitti ki birkaç gün hariç diğer günler de hep burada yaptık kahvaltımızı.
Ağustos ayı olmasına rağmen hava oldukça serin. Daha kuzeyde şortla dolaşırken burada üstümüze pantolon ve mont giyiyoruz. Geceleri ise hafif bir rüzgarla birlikte hava iyice üşütüyor. Bu San Fransisco’nun klasiği. Otobüste tanıştığımız bir yazar bize Mark Twain’in San Fransisco’yla ilgili bir sözünü aktarıyor:
“ Hayatımda yaşadığım en kötü kışlardan biri bir SF yazıydı” demiş Mark Twain.
Ama SF cıvıl cıvıl. Her yer turist kaynıyor. Özellikle Alman ve Fransız turistler çoğunlukta. Bu nedenle Cable Car’a binmek için uzun kuyruklar oluşturuyorlar.

Her zamanki gibi gezmeye Fiherman’s Wharf’tan başlayacağız. Burası 1 numaralı turistik bölge. Pier (İskele) 45’in önündeki bu alan özellikle deniz mahsülleri ve bölgeye özgü kral yengeç yemek isteyenlerin uğrak yeri. Bu bölge aslında Pier 39’a kadar en kalabalık bölge. Çevrede bir çok kafe, hediyelik eşya mağazası, restoran ve eğlence yerleri var. Özellikle Boudin kafe, aynı zamanda bir ekmek fabrikası, mutlaka girilmesi gereken yerlerden biri. Burada ekşi hamurdan (sourdough) yapılan ekmekler civar lokantalarda içi oyularak kase haline getirilip içinde nefis çorbalar servis ediliyor.
Pier 39 lokanta ve hediyelik eşya satan mağazaların dışında önündeki sallarda sürekli gürültü çıkararak güneşte keyifle uzanıp yatan deniz aslanlarının buluşma yeri. Şehrin neredeyse yarısının yıkıldığı ya da çıkan yangınlar sonucu yandığı 1906 depreminden sonra burayı mesken edinmişler ve bir daha da gitmemişler.
Sahil boyunca yan yana bir çok iskelenin olduğu bu şeride Embarcadero deniliyor. Bu iskelelerden körfez içindeki Alcatraz ve Angel Adalarına ve körfezin karşı kıyısındaki şehirlere gitmek i ya da körfez turu almak için tekneler kalkıyor. Yoğunluk nedeniyle Alcatraz Adası turlarına bilet yoktu. Aslında daha önce yaptığım, çocuk dahil kişi başı 75$ dolar olan bu tur çok da ilgi çekici gelmemişti bana. Körfezi tekneyle dolaşmak hem daha ucuz hem de adayı çepeçevre dolaşıyor üstelik Golden Gate Köprüsünün de altından geçebiliyorsunuz.
Fisherman’s Wharf’un diğer istikametine doğru gidildiğinde mutlaka gezilmesi gereken Ghirardelli Square var. Bir çikolata ve şekerleme firmasının aynı isimdeki kurucusu olan Ghirardelli tarafından yapılmış bu binanın içinde tabi ki firmanın meşhur çikolataları dışında bir o kadar lezzetli dondurma çeşitlerinin de bulunduğu iki kafe var.
Meydanın hemen köşesinde kendi aramızda konuşurken bir sokak çalgıcısı bize “ Siz Türkçe konuşuyorsunuz değil mi?” diye soruyor ve bize oracıkta Türkçe bir şarkı söylüyor Kendisi hiç Türkiye’ye gelmemiş ancak her dilden şarkı söylediğini ve bunları internetten indirdiğini açıklıyor.
Meydanın hemen dibinde Cable Car’ın iki hattından (Powell/Hyde) birinin başlangıç durağı var. Meydanın önündeki alandan denize girmek de mümkün. Su buz gibi, ben ayaklarımı sokmakla yetiniyorum ama çocuklar soğuk falan demeyip atıyorlar kendilerini suya.
San Fransisco konum olarak bir yarımada. Oldukça tepelik olan şehrin bir çok yerinden bu sayede denizi görmek mümkün. Tabii manzaranın da keyfine doyum olmuyor. Körfezin iki yakasını Golden Gate birbirine bağlıyor. Bir o kadar güzellikteki Bay Bridge ise şehrin diğer bir köprüsü.
Bir başka gün faaliyeti olarak bisiklet kiralayıp Golden Gate’i geçmeye karar veriyoruz. Burada yaygın olarak bisiklet ve iki kişilik tur arabaları kiralayan firmalar var. Özel olarak yapılmış bisiklet yolları araçla geçemeyeceğiniz güzel manzaralı yerlerden gitmenizi sağlıyor. Arda benim arkama iliştirilmiş bir tekerlek (bknz resim) üzerinde olmak üzere 3 adet bisiklet kiralayıp bize verilen rotayı yapmak üzere yola koyuluyoruz. Bu yaklaşık 30 km’lik bir yol. Köprüye doğru oldukça inişli çıkışlı bu yol daha ilk etapta nefeslerimizi tüketiyor. Sağımızda deniz Golden Gate’e gireceğimiz Presidio’ya doğru devam ediyoruz. Burası yeşillikler içerisinde bir park. Dik bir yokuştan köprüye çıkıp onlarca kişiyle birlikte bisikletle karşıya geçmenin keyfini çıkarıyoruz. Köprüden geçmek, şehre bir de köprüden bakmak güzel bir duygu. Golden Gate gerçekten çok estetik bir köprü. Boğazdaki gri betonlar aklıma gelince üzülüyorum. İstanbul aslında daha iyisini hak ediyor ama ne yazık ki böyle bir vizyona sahip yöneticiler yok.
Köprünün karşı kıyısı Sausalito. Küçük ve şirin bir sayfiye kasabası. Yemek ve dondurma molasından sonra yola devam ediyoruz. Hedefimiz Tiburon’a kadar gitmek. Küçük bir koyu dolaşıp oradan feribotla karşıya şehre geri döneceğiz. Zaten bu yolu geri dönmeye de imkan yok. Bol yokuşlu bu yolda bisikletle gitmek bir eziyet halini almaya başlıyor. Kah dinlenerek

kah bisiklet elimizde 30 km’yi tamamlıyoruz. Yol boyunca çok güzel yerlerden geçiyoruz. Bazı yerde trafiğe karıştığımız olsa da sürücüler çok dikkatli ve hepsi size öncelik tanıyor. (Gözünü seviyim İstanbul).
Yolun sonunda bisikletlerimizi feribota yerleştirip San Fransisco’ya döndüğümüzde saat akşam altı olmuştu. 2 saatte yaparız dediğimiz yol tam 8 saat sürdü. Aslında Tiburon’a kadar gitmek yerine Sausalito’dan da dönmek mümkün. Oradan da karşı kıyıya feribotlar var.

Şehrin en hareketli mekanlarından biri de Union Square. Güzel binalarla çevrili bu meydanda akşamları canlı caz dinleyebileceğiniz restoranların yanı sıra, şık mağazalar ve büyükçe bir alışveriş merkezi de mevcut. Emsallerine göre şık bir AVM olan Westfield’de bir çok markanın mağazasını bulmak mümkün. Alt katı ise Food Court olarak hizmet veriyor. Ancak SF’da alışveriş diğer eyaletlerdeki şehirlere göre yüksek satış vergisinden dolayı %3 ile %10 daha pahalı.
Her gün kahvaltı yaptığımız Lori’s Diner da Union Square de olduğundan sabahları buraya gelmek bir rutin halini almıştı. Cable Car’ın sonlandığı durak da burada. Bu hattı alarak Fisherman’s Wharf’a gitmek mümkün. Ayrıca hat Nob Hill ve Chinatown’ın da yanından geçiyor. Biz Wharf’a gitmek için genelde cadde tramvayını tercih ettik. Bir çok mağazanın bulunduğu Market sokağını takiben kıyıdan kıyıdan iskeleleri geçerek giden bu tramvayların hepsi çok eski olmasına rağmen oldukça bakımlı. Değişik şehirlerin isimleri verilmiş bu vasıtaların hepsi birer antika. Şehirde bolca da troleybüs var.
Nob Hill şehrin en lüks binalarının olduğu yer olsa gerek. Ayrıca Grace Katedrali de burada. Katedral içinde yere yapılmış yuvarlak bir labirent var. Bir ucundan girip şaşırmadan diğer ucundan çıkınca dileğiniz kabul oluyor. Ben Brezilya’ya gitmeyi diledim. Göreceğiz bakalım.

Şehrin en renkli mekanı hiç kuşkusuz Chinatown. Rengarenk yapılar ve mağazalar semtin her yanını süslemiş durumda. Dakikalarca dolaşıp mağazalarda genelde hiçbir işinize yaramayacak Çin malı bir sürü şey bulabilirsiniz. Çin yemeği seviyorsanız burası tam yeri. Semtin bittiği yer olan Columbus Avenue’nun diğer tarafı ise North Beach. Burası da İtalyan mahallesi. İtalyan kafe ve restoranları da burada. Washington Meydanı’na komşu olan bu mahallede direklerin üzeri italyan bayraklarıyla boyanmış. Meydanın en güzel yapısı ise St. Peter ve Paul Katedrali. Whoopie Goldberg’in Sister Act (Çatlak Rahibe) filminin çekildiği mekanmış ayrıca. Meydanın hemen yanından ise Coit Tower’a otobüs kalkıyor. Burası Telegraph Hill denilen tepenin üzerine itfaiyecilerin anısına yapılmış hortum şeklinde bir kule. Biz kuleye otobüs gittiğini bilmediğimizden tepenin diğer yanındaki merdivenlerden çıkmıştık. Tahminim 500 basamak kadar olan bu merdivenleri tırmanmak oldukça yorucuydu. Buraya yakın başka bir tepe olan Russian Hill’de ise dünyanın en garip sokaklarından biri var. Lombard sokağının bu kesimi herhalde en dolambaçlı sokaklarından biri. Çok dik bir yokuşta kazaları önlemek için yol zigzaglar haline getirilmiş.

San Fransisco iklim olarak tuhaf bir şehir. Buraya körfez şehri anlamına gelen Bay City denmesine rağmen havasının genelde sisli olmasından dolayı Sisli Şehir ( Foggy City ) de deniyor. 12 gün boyunca Golden Gate’in tamamını berrak bir şekilde çok az görebildik diyebilirim. Köprü neredeyse hep sisler altındaydı. Böyle dağınık bir sis değil de sanki elle çizilmiş gibi silindirik duvar şeklinde. Köprüden bisikletle geçtiğimiz gün köprünün tamamını net bir şekilde gördüğümüz ender günlerden biriydi. Tekneyle yaptığımız körfez gezisi de yine sisli bir güne denk gelmişti ancak köprüden körfezin içine doğru geldiğimizde sis falan kalmıyordu.
Tekne turu da herhalde mutlaka yapılması gereken aktivitelerden biri bu şehirde. Köprünün altından geçip Pasifik’in çalkantılı sularına kadar götürüyor sizi daha sonra da Alcatraz Adası’nın etrafında dolaşarak geri dönüyorsunuz.

Şehre Coit Tower’dan bakınca çok fazla yeşillik yok etrafta. Kulenin batısı ise gökdelenlerin bulunduğu finans bölgesi. Transamerica binası en yüksek gökdelen. Eskiden tepesine çıkılabilen bu binaya artık güvenlik nedeniyle izin verilmiyormuş. Şehir tepeden bakınca her ne kadar gri görünse de içinde dolaştığınızda renkli binalar sarıyor sizi. Hala çok sayıda Victoria dönemi evleri var. Çoğu restore edilmiş ve bakımlı halde. Bunlar artık milli servet olarak kabul ediliyor. Bunun yanı sıra şehrin içine serpilmiş çok sayıda güzel binalar da var. Özellikle opera binası ve yönetim binalarının bulunduğu Civic Center görkemli binalarla çevrili.
Şehirde en çok hoşumuza giden yerlerden biri de hiç kuşkusuz Lincoln Park’ın içindeki Legion of the Honour Müzesi oldu. Çok güzel bir bina içerisindeki bu müzede tanınmış bir çok ressam ve heykeltraşın yanında Rodin’in “Düşünen Adamı” ile birlikte çok sayıda eseri de vardı.
Parklar Amerikan şehirlerin akciğerleri. San Fransisco da parklardan bolca nasibini almış durumda. Golden Gate Köprüsünden Fisherman’s Wharf’a kadar olan sahil marina ve park olarak ayrılmış. Bunun yanı sıra şehrin doğusunda yer alan Golden Gate Parkı şehrin en büyük parkı. İçinde kanoyla dolaşabileceğiniz yapay göletler ve harika oyun parkları var. Japon Bahçesi, De Young Müzesi ve Conservatory of Flowers da parkın içinde.

Vaktiniz varsa uğramadan geçilmemesi gereken bir yer de Haight ve Ashbury sokaklarının kesiştiği bölge. Golden Gate Park’ın doğu girişine yakın olan bu bölge çeşitlilik arz eden bir çok sıra dışı dükkana ev sahipliği yapıyor. Kitapçılar, dövme yapanlar, farklı giyim tarzına yönelik mağazaların yanı sıra etnik yemek lokanta ve marketlerini burada bulabiliyorsunuz. Hoş bir sürpriz de dinlenmek için girdiğimiz kafenin sahibinin Türk olmasıydı.

Eşim (Senem) biz San Fransisco’ya geldikten 1 hafta sonra bize katıldı. Geldiği uçakla kız kardeşim dönüş yaptı. Böylece alanda yarım saat kadar görüşebildiler. Bizi havaalanına getiren taksinin şoförünün de Türk olması başka bir ilginç tesadüftü.

Geri kalan 3 günümüzü de San Fransisco sokaklarını arşınlayarak dolu dolu yaşadık. Fort Lauderdal’e doğru uçarken geride çok keyifli anılarla dolu geziyi geride bırakmıştık.

16 Eylül 2009 Çarşamba

ZORUNLU ZÜRİH GEZİSİ

















ZORUNLU ZÜRİH GEZİSİ
Bu yılın (2009) Mart ayında Stuttgart, Porto, Milano ve eve dönüş olarak planladığım rotanın tüm uçak ve otel rezervasyonlarını her zamanki gibi ofisten internet bağlantısı ile yapmıştım. Milano’dan İstanbul’a dönmek için Myair den ekonomik uçak bileti satın alarak ne kadar akıllıca bir iş yaptığımı THY’nin tek yön uçak bileti satışı konusunda astronomik rakamlarının anlamsızlığını filan arkadaşlarıma anlatıyordum.
On günlük gezimiz için İstanbul’dan çıkış yapmamıza birkaç gün kala myair.com a girdiğimde gördüm ki uçağımız bir gün ertelenmişti. Ne güzel! Haber vermeden, sorgusuz sualsiz. Milano’da bir gün fazladan kalmaktansa biraz daha araştırma yapıp Zürih’ten İstanbul’a çok daha ekonomik fiyatla pegasusla dönmeye karar verdik. Milano Zürih arasını da trenle geçme fikri oldukça hoş geldi kulağımıza. İşte bu şekilde hiç planda olmayan Zürih, rotamıza eklenmiş oldu.
Swiss rail’e internet üzerinden üye olarak, 56 euro’ya aldığım üç kişilik tren biletimizle Milano tren istasyonundan Zürih’e doğru yola çıktık. 4 saat süren tren yolcuğu karlı Alp dağlarını aşarak Zürih’te son buldu. Bu demiryolu seyahati beni çok etkiledi diyebilirim. Dik ve kayalık, oldukça zor bir coğrafyada müthiş bir hat kurulmuştu. Köprüler, viyadükler, tüneller her biri inşaat sanat eseriydi. 350 km lik böylesi bir ray hattının maliyetine katlanmak ancak düzgün ve basiretli bir yönetimle açıklanabilir. Dahası; çok yüksek rakımlarda bile çiftlik evler, ekili alanlar, hayvancılık çalışmaları da gördük. Ülkemizin sert coğrafyasında 80 yıldır ne yapamadıysak hepsi karlı alp dağlarında vardı.






Zürih tren istasyonunda indiğimizde Almanya ve ya Hollanda’nın klasik istasyonlarından birine gelmiş gibiydik. Nordsee burada da vardı. Kuzeyin deniz ürünleri ve farklı mutfak anlayışları bize cazip gelmiştir. Bulunduğumuz iki gün içinde iki öğlen NordSee de yedik. Akşam yemekleri ve arada kahve molaları için şehirde gezindiğimizde daha önceden de bildiğimiz pahalılık durumunu yakından fark etmiş olduk. Zürih için çok zengin ve çok pahalı bir kent diyebiliriz. Zaten üç yataklı odamıza Hotel St. Josef’te(***) gecelik 120 euro ödememizden de belliydi. Yine de bu oteli konumu, temizliği, kahvaltısı ve hizmetiyle tavsiye ederim.

İsviçre ve Zürih hem tüm dünyanın bankası gibidir hem de tüm uzlaşmaların planlandığı yerdir. İki dünya savaşının da son bulmasında önemli anlaşmalar İsviçre de imzalanmıştır. Yasadışı tüm dünya örgütleri de paralarını bu ülkede güvenceye alırlar. Dünya futbolu bile bu ülkeden yönetilir. Ombudsman, statesman, elder statesman gibi kavramlar hep burada doğmuş. Bir bilene sorulacak sorular, hakemlik işleri, danışılacak her şey için adres İsviçre olmuş. İşte bu sayede ortaya büyük bir zenginlik çıkmış. Gördüğüm çoğu Avrupa kenti bir yana Zürih bir yana. Modelini ilk kez gördüğüm bilinen marka otomobillerin dışında adını hiç duymadığım bir çok marka lüks araç vardı yollarda. Porsche marka araçlar gençlerin kullandığı basit sınıf olarak karşımıza çıkmıştı. Zürih gölünün çevresinde bulunan malikaneler, göle demirlemiş olan yatlar ve yat limanı da çok şaşırtıcıydı.






Otelde, restaurantlarda, kafeteryalarda gördük ki “İsviçre’li” çalışmıyor. Resepsiyonist, garson, temizlikçi, aşçı, şoför, biletçi hep başka ülkelerden gelmiş göçmenler. İsviçre’li ise finans ve arabuluculuk işleriyle meşgul. Taksiler Türk vatandaşlarımızın çoğunlukta olduğu bir dal. Hepsinin boynunda asılı kimlik kartları, kimi süper lüks , kimi klasik Amerikan arabalarıyla hizmet veriyor. Ama elde tespih “Emin ağbi, az ileri al” bağırmalarıyla kendilerini belli ediyorlar. Restaurantlar arasında da bir iki Türk lokantası var. Genel fiyatlara baktığımızda bu ülkede iki yılda, Türkiye’de 30 yılda kazanılandan fazlasını elde ediyorlar.






Sokaklarda rahat kıyafetleri ile gezen turistler ve öğrenciler dışında tek tük gördüğümüz İsviçre’liler mutlaka formal kıyafetleri ve ciddi halleriyle dikkat çekiyorlar. Zürih’in meşhur bar-kafeteryası Odeon’da bir şeyler içmek için oturduğumuzda kentin esas sahiplerinin yaşantısından kısa bir kesit görmüştük. Odeon’da pek turist yoktu, ki bu da normal çünkü fiyatlar genel Zürih skalasını da aşıyordu.

Binaların tarihi cephelerinin korunmuş olması, kumlama ve aslına uygun boyalar ile bakımlı tutmaları, dekoratif çatı kaplamaları, çok düzgün kaldırım taşları, parke taş yolları, kusursuz asfalt caddeleri, tertemiz bahçeler, yemyeşil parkları insana konforlu bir şehir yaşamı sunuyor. Dakik işleyen tramvay hatları, tramvayların yön ve sıklık açısından işleyişleri, tren-tramvay-finüküler gibi ulaşım araçlarında bilet kontrol olmayışı, yaya hakkının kutsallığı birer medeniyet ölçüsü. Tabii dünyanın kayıtdışı servetlerinin defterini tutmaları bu duruma tezat bence. Zürih’te müze gezemediğimiz gibi herhangi bir sanatsal etkinlikte de bulunamadık. Zürich See adını verdikleri gölde tekne turu yaptık, sokakları bol bol adımladık, bazı dükkanlara girdik çıktık, sokak çalgıcılarını dinledik, Üniversite’ye uğradık, yedik içtik derken iki gün geçti. İşin aslı 12 günlük seyahatin son durağı olması, her çocuklu gezginin olduğu gibi bizim de gücümüzü tüketmişti.

Dönüşte “transfer” olarak adlandırılan havaalanı ulaşımının rahatlığı az önce anlattığım şehir konforunun bir parçasıydı. 20 dakika arayla kalkan ister tramvay ister trenle 10 dakika içinde havaalanına ulaşabiliyorsunuz. Schipol o ana dek gördüğüm en büyük havalimanıydı. Oysa Zürih çok daha büyük ve geniş. Havaalanı içinde ayrıca bir metro-tren hattı var. Çok düzenli ve kolay ulaşılabilir iç dinamiğe sahip. Alan polisinin pasaportumuza çıkış damgası vururken ne bilgisayar üzerinde ne de evrak üzerinde hiçbir kayıt tutmaması da insan giriş-çıkışının aynı para transferi gibi kayıtsız olmasına benziyordu.
Luzern, Bern ve Davos İsviçre’de görmeyi arzu ettiğim diğer noktalar. Pegasus’un ekonomik ve düzenli uçuşları var, tabii konaklama ve yaşam masrafları için hazırlıklı olmak gerekir. Hava ve demiryoluyla rahat ulaşılabilen bu ülkeyi rotanıza almanızı farklı yaşam biçimlerini görmek açısından sizlere tavsiye ederim.
Saygılarımla,

Bülent Tercümanoğlu