21 Mayıs 2019 Salı

ERNEST HEMINGWAY’İN İZİNDE KÜBA


ERNEST HEMINGWAY’İN İZİNDE KÜBA


Birçok yazarın esin kaynağı, travmalarından ve savaşlarından ölümsüz eserler çıkarmış, yüreğinin özel ibriğinden sızdırdığı kelimelerini sonsuzluğa mühürleyen yazar, Ernest Hemingway…
Çocukluk travmasından sonra sert, bazen kavgacı, ama özünde sonsuz sevgi dolu bir adama dönüşmüş sanki. Annesinden nefret edip, sonunu babası gibi yazan bir adam o. Zıt duygular nasıl da bir arada insanın içini kemiriyor, sonunda nasıl da ailemize dönüyor ve hatta dönüşüyoruz…
Savaşlardaki fütursuz cesareti, sürmeyen evlilikleri ya da belki sürmesi gerektiği kadar süren evlilikleri, hep yazmak için hayatını konumlandırarak yaşamış gibi. “Yazarlar böyledir bazen” deyip geçilebilir de belki, evet. Ben yine de aslında onun çok mutlu olduğu bir hayat yaşadığına eminim kendimce. Sonuçta mutluluk anda gizli ve hiç kuşkusuz Ernest Hemingway, anı yaşamayı başarmış.
Ernest, 21 Temmuz 1899’da, ABD’nin Illinois eyaleti, Chicago şehrinin batısında bulunan küçük bir şehir’de, Oak Park’ta, Clarence Edmond ve Grace Hall çiftinin beş çocuğundan birisi olarak dünyaya geldi. Babası Clearence bir tıp doktoru, annesi Grace ise, müzik öğretmeniydi.


Çocukluğunu yaşarken özellikle annesiyle ilişkisi bambaşkaydı. Kaynakların söylediğine göre, Grace, Ernest’e, 6 yaşına kadar kız elbiseleri giydirmiş, saçlarını da hep uzun bırakmıştı. Daha da önemlisi ona “Ernestie” denmesini sağlıyordu. Bir kız çocuğu olmasını o kadar çok istemişti ki, Ernest’te büyük bir travmaya sebep olduğunun farkında bile olamadı. Bu durum, onun annesine öfke beslemesine sebep olmuştu.

Bu travmanın etkilerini hep hissedecekti. Ernest’in yetişkin yaşlarından arkadaşı John dos Pssos, yıllar sonra arkadaşının annesi ile ilişkisi konusunda şu cümleyi kuracaktı: “Hemingway, hayatımda tanıdığım, annesinden gerçekten nefret eden tek insandır”. Her insan göbek bağıyla bağlı olduğu annesine karşı, hiç kuşkusuz her duyguyu uç noktalarda besliyordu…

Babasıyla da özel bir bağları vardı. Bir gün abisi ve kardeşi dereden geçerken bir kaza geçirmiş ve abisinin bademcikleri delinmişti. Babası kanı dindirirken, Ernest'in kanı donmuştu. Oğlunun gözlerindeki dehşete tanık olan babası, onu yanına aldı ve bu gibi acılı durumlarda ıslık çalmasını öğütledi. Bu öğüdü kulaklarında çınlatırcasına duyurdu içine ve hiç unutmadı. Ne zaman acılı bir an yaşasa, hep ıslık çaldı.

Yaz tatilleri, ailecek Michigan Gölü kıyısında yazlıklarında geçti hep. İşte bu yaz tatilleri sırasında öğrendi, balık tutmayı, açık hava sporlarını ve bir de avlanmayı. Zamanla hepsi hayatına birer tutku olarak yerleşecekti…

Ernest liseden mezun olduğunda 1917’ydi ve I. Dünya Savaşı hala devam ediyordu. İlk makalelerini yazmaya da lise sıralarında başlamıştı. Yazdıklarını okul gazetesi “Trapeze”de yayımlanıyordu. Dönemin ünlü spor köşe yazarı Ring Lardner, onu gerçekten çok etkiliyordu. İşte bu sebepten yazılarını “Ring Lardner Jr” takma adıyla yayımlatıyordu. Liseyi bitirdiğinde ailesi elbette üniversiteye devam etmesinden yanaydı. Ama o, bunun yerine Kansas City Star gazetesinde muhabir olarak çalışmaya başlamayı tercih etti.

Gazetedeki işinden ayrılıp Kızılhaç’taki görevine başladı. Gazetede kaldığı süre kısa olsa da burada ne çok teknik bilgi öğrendi. Bu bilgileri hatırına ömürlük mühürledi de gitti Kızılhaç’a. Yıllar sonra şu kısacık gazetecilik serüvenini ışıldayan gözlerle şu cümlelerle anacaktı: "Gazetecilik yıllarında öğrendiğim kurallar en güzelleri idi ve de tüm yazarlık hayatım boyunca onları unutamadım".

Aylar ayları kovaladı. Orduda günleri hep daha hırslı çalışarak geçiyordu. Tarihler 8 Haziran’ı gösterdiğinde bir patlama duyuldu. En şiddetli duyanlardan biri Ernest’ti. Çünkü sadece birkaç adım ilerisinde patlamıştı o Avusturya topu. Ağır yaralıydı. Bu anı daha sonra bir arkadaşına mektubunda anlattığı satırlarda şunları yazacaktı: "Bazen savaşta ön saflarda büyük bir gürültü duyarsın, ben de aynı gürültüyü duydum; ardından ruhumun sanki bir mendilin cepten çekilişi gibi benden çekildiğini hissettim. Son olarak ise ruhumun bir bütün halinde tekrar bedenime döndüğünü fark ettim ve de o andan itibaren benim için ölüm yoktu".


Milano’da bir hastanede tedaviye alındı. İşte Agnes von Kurawsky ile de burada tanıştı. Arnes tedavi gördüğü hastanenin hemşiresiydi ve Ernest, yaralarını saran bu kadına aşık olmuştu… Kalbini aşkla dolduran Agnes ile birlikte ABD’ye, evine dönme ve onunla evlenme hayalleri kuruyordu ki…
Âşık olmuş ve terk edilmişti…
Bu ilişki, “Silahlara Veda” adını verdiği ölümsüz eserine konu olacaktı…

Ernest Hemingway ve James Joyce, döneminin iki efsane ismiydi ve onlar yakın dosttu. Özellikle Paris’te oldukları dönemde sık sık dışarı çıkar, birlikte zaman geçirirlerdi. 
Ernest, özellikle 1925 – 1929 yılları arasında yazdıklarıyla, yazarlık kariyerinin en özel örneklerini verdi. Dünyanın en ünlü yazarları arasında artık onun adı da altın harflerle yazılabilirdi.

 Boğa güreşleri de bir başka tutkusuydu. Bu tutku üzerine yazdığı “Öğleden Sonra Ölüm” adın verdiği kitabını 1931’de yayımladı.

1933’te ilk kez bir safari turuna katılıp Afrika ile tanıştı. 10 hafta süren bu seyahatte karısı Pauline de yanındaydı. Döner dönmez hemen bir balıkçı teknesi aldı Ernest ve ona, “Pillar” dedi. Bu tekne ve onunla yaşayacakları da, daha sonra “Yaşlı Adam ve Deniz” adını vereceği romanına zemin hazırlıyordu.

Ernest, Pauline’den ayrılmak istediği o zorlu döneme girmişti. Evliliklerinin bitmesi gerektiğine inanıyordu. Daha fazla uzatmadan 1939’da Küba’ya giderek Havana’da bir otele yerleşti. Savaş muhabirliği yaptıkları sırada Martha ile de oldukça yakınlaşmışlardı. Martha Gellhorn da Havana’ya gelip Ernest ile birlikte kaldı. Havana yakınlarında bir çiftlik alıp burada yaşamaya başladılar…

1947’de ise, savaşta gösterdiği cesaretten ötürü bu kez Küba Amerikan Büyükelçiliği’nde düzenlenen bir törenle kendisine madalya verildi.

 1945’te Martha ile Ernest boşandı.1946 başlarken Londra’da Time gazetesi muhabiri Mary Welsh ile tanışan Ernest, Mart ayında onunla evlendi. Şimdi hayatının Mary ile dolu zamanını yaşama vaktiydi. Küba’da evlenen Mary ve Ernest, 1959'a kadar burada yaşadı.
Bir yandan da II. Dünya Savaşının etkisi hala üzerindeydi. Şu yüreğine sıkıştırdığı ibrikten kalemine sızdıracakları vardı. 1950’de yayımladığı, arka planında II. Dünya Savaşı’nı barındıran eserine “Irmaktan Öteye Ağaçların İçine” adın verdi. Bu eser, ne “Silahlara Veda” ne de “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” kadar başarılı bulunmuştu.

Ve sonunda, “Yaşlı Adam ve Deniz’i” yazdı; yıl 1952 idi. İnsanın yaşama nasıl bağlanması gerektiğini, hayat denen yolculukta her şeyin nasıl da boş olduğunu öylesine samimi anlatmıştı ki, bu, onun başyapıtı oldu. Bu eser, ona, 1953’te Pulitzer, 1954’te de Nobel Edebiyat Ödülü’nü getirdi.

Yazdıklarını ve yaşamını genişletecek seyahatlerine devam ediyordu ki, Ernest, yolculuklarından birisi sırasında yaşanan uçak kazasında yaralandı.

1950’nin ikinci yarısında Ernest alkol tüketimini artırdı ve özellikle bu durumun da etkisiyle fiziksel ve ruhsal olarak sağlığı kötüye gitmeye başladı, Ernest, şimdi gerçek bir depresyonun eşiğinde durmuş, uzaktan kendisini seyrediyordu.

Ernest’in yakın çevresine göre, bu depresyondan fazlasıydı. Çünkü fazlaca paranoyaklaşmıştı. Ernest, takip edildiğini düşünüyordu. Ona göre evi sürekli federaller tarafından izleniyor, hatta dinleniyordu. Trafiğe çıktığında mutlaka bir araç onu takip ediyordu. FBI ajanları her yerdeydi ve telefonlarının dinlendiğine de emindi. 2 Temmuz 1961’de, Abercrombie&Fitch’ten aldığı en sevdiği av tüfeği ile kendisini vurdu ve her şeyi sonlandırdı…

Oysa o, gerçekten de FBI tarafından izleniyordu. Bu durum, 1983’te ortaya çıktı; Ernest Hemingway’in ölümünden yıllar sonra. Federal Soruşturma Bürosu’nun başkanlığını da yapan Kamu Görevlisi John Edgar Hoover, “Freedom of Information Act” kapsamında, Ernest Hemibgway’in de takip listesinde olduğunu açıkladı. Yani Ernest bir paranoyak değildi. Gerçekten de federaller telefonunu dinliyor, trafikte ve hatta her yerde onu izliyor, banka hesaplarını kontrol ediyordu.

Çünkü Ernest, KGB (Sovyetler Birliği’nin İstihbarat ve Gizli Servisi) için bilgi sızdıran bir casustu.
Ernest’in bir ajan olduğunu ise, soğuk savaş döneminde Sovyet arşivlerine girmeyi başaran eski KGB ajanı Alexander Vassiliev duyurdu. Ernest Hemingway, “casus” terimine karşılık gelen “destek kuvvet” olarak nitelendiriliyordu ve kod adı, “Argo”ydu.

İşte böyle… Bir yazar olarak yaşarken dahi efsaneleşmeyi başaran özel bir isimdi Ernest Hemingway. İntihar ettiğinde de herkes önce şok oldu, sonra da yasa boğuldu. Öyle çok yazarın ilham kaynağıydı ki, onun öldüğünü kabullenmek öyle kolay değildi. Düşünsenize, şimdi çanlar kimin için çalacaktı?

Bugün birçok eseri Amerika Edebiyatının başyapıtı kabul edilen, 20. Yüzyıl kurgu romancılığını etkileyen, yaşamak için yazan ve yazmak için yaşayan bir Ernest Hemingway geçti bu dünyadan…

İyi ki…

Damla Karakuş’un internette bulduğum en güzel Hemingway biyografisini okuduktan sonra 1 Mayıs kutlamalarının ardındaki serbest günümüzde Sevgili Dostlarımız Deha – Günseli Sezer çifti ile birlikte klasik Amerikan arabalarından birini kiralayıp Hemingway’in izine düşüyoruz.

Küba gezimizin ikinci gününde Cayo Santa Maria’daki tam gün Deniz – kum – güneş ve Mojito – Daikiri molamızda ilk kez 1970 li yıllarda ortaokul öğrencisiyken okuduğum 1970 basımı Varlık yayınlarından çıkan Ülkü Tamer çevirisi “ İhtiyar Balıkçı “ yı Karayip Sahillerinde yeniden okudum.


Yaklaşık yarım saatlik bir yolculuktan sonra Hemingway’in sık olarak kullandığı Colimar’daki restorana ulaşıyoruz. Restoran’ın duvarlarında Hemingway’a ait siyah – beyaz fotoğraflar. Birisinde Fidel Castro ile birlikteler. Önceleri sıkı dostlarmış sonrasında bilinmeyen bir nedenle araları bozulmuş. 


Restoran ve restoranda Hemingway’in oturduğu masa aynen korunsa da Colimar değişmiş. Özellikle 1990 sonrası küçük bakir balıkçı köyü, sayfiye kasabasına dönüşmüş.


Hemingway’in masa komşusu olarak öğle yemeğimizi yiyor ardından bira ve kahvemizi içiyoruz.




Hemingway’in yaşadığı ev ve kedilerinin mezarları farklı bir yerde ve bugün müze olan evi 1 Mayıs nedeniyle kapalı. Taksi ile anlaştığımız süreyi aşmamak için Havana’ya geri dönüyoruz ve bunaltıcı, yapış yapış sıcağın etkisinden kurtulmak için 1950 li yıllarda Mafyanın gözde mekânlarından Nacional Otel’in bahçesinde soluklanıyoruz.

Kısa bir Daikiri arası verdikten sonra eski Havana’nın sokaklarına dalıyoruz. İlk hedefimiz Hemingway’in Havana’ya geldiğinde kaldığı otel; Otel Ambos Mundos. Hemingway’in kaldığı 511 numaralı oda O’nun anısına korunuyor ve o odaya müşteri alınmıyor. Antik asansöre binip terasa çıkıyoruz Hemingway’in gözünden Havana’yı seyretmek için.




Sonrasında dar sokaklardayız. 1 Mayıs nedeniyle mi yoksa turistikleştiği için mi kalabalık bilemiyorum insanalar omuz omuza. Hemingway’in sıklıkla Mojito içmeye geldiği ve Mojito’yu icat ettiğini iddia eden barın önündeyiz. La Bodeguita Del Medio. 


İçerisi de dışarısı gibi çok kalabalık Hemingway’in soluduğu atmosferde bir Mojito içme arzumuzu erteliyoruz ve Hemingway’in müdavimi olduğu diğer bir mekân Floridata’ya doğru çeviriyoruz rotamızı.


ABD’nin Beyaz Saray’ının bir kopyası Capitol’ün de bulunduğu cadde üzerinde Floridata. Mekanı dışarıdan izleyip Hemingway’i bir kez daha anarak Havana’nın Kolonyal yapılarının süslediği – süslediği belki iddialı bir tanımlama oldu çünkü yapıların bir çoğu terkedilmiş ve harabe durumunda – geniş caddelerden yürüyerek otelimize doğru yürüyoruz.
Havana’nın kuruluşunun 500., Küba Devriminin 60. Yılında 1 Mayıs’ı Devrim meydanında kutlayarak ben de 60. Yaşıma giriyorum.

Mayıs 2019
Yazı ve Fotoğraflar:
Mehmet Cengiz TÜMER