31 Ağustos 2019 Cumartesi

BİR ADA KLASİĞİ; SAMOS


SAMOS


Kurban Bayramı yoğunluğunu atlattıktan sonra biraz dinlenmek biraz da eğlenmek için Samos’a gitmeye karar veriyoruz.
Samos; Sakız, Kos, Rodos gibi Türkiye’den kolay ulaşılan adalardan biri. Türkçe'mizde bilinen adı, Sisam. Samos’a gitmenin iki yolu var.
1.    Eskiden beri süregelen, klasik Kuşadası – Vathi feribotu ya da,
2.    Geçtiğimiz üç, dört yıl önce Seferihisar Belediyesi ve Karlovassi Belediyesi araında turizmi geliştirmek adına imzalanan protokolle Seferihisar / Sığacık Limanı – Karlovassi feribotu.
İkinci yol biraz uzun ama liman vergisi olmadığı için daha ucuz. Yol iki saat sürüyor. Özellikle hafta sonları çok kalabalık olduğu için özellikle Samos / Karlovassi gümrüğünde işlem çok uzun sürüyor. İki gümrük polisi var ayrıca x-ray cihazı olmadığı için örnekleme usulü valizleri açtırıp kontrol eden bir gümrük memuru var. Buna bir de “ adalılık ruhunu” eklerseniz ne demek istediğimi anlarsınız. Bence en rahatı Çarşamba gidip cumartesi dönmek.
Samos adası Ege denizinin doğu kısmında yer alan, Anadolu’nun batı kıyısında, Efes antik Kenti ve Kuşadası İlçemizin karşısında yer almaktadır. Güzelçamlı Dilek Yarımadası Milli Parkının 4. Koyundan yaklaşık 1300 metre uzaklıktadır. Samos Ege adaları içinde en yeşil ve en sulak olan adadır. Ege adaları içinde en yüksek ikinci dağa ( Kerkis Dağı ) sahiptir. Ve bünyesinde şelale barındıran nadir adalardan biridir. Ada yoğun ve zengin bir floraya sahip. Ayrıca ada çevresinde monachus monachus olarak anılan yunus balıkları deniz yolculuğunda bize eşlik ediyor.
Adanın doğal limanı Vathi’dir. Pisogara limanı ve Karlovasi limanı yapay limandir. Pisagora limanı Polikrati döneminde MS. 530 yılında inşa edilmiş.

Kısaca bir tarihçesini de özetleyip bu güzel adayı gezmeye başlayalım.
Adanın ilk sakinleri Kares ve Lelegesler olup adaya Kiklad uygarlığını getirmişlerdir. Bunlar sırasıyla Minos ve Miken uygarlıkları izler. M.Ö. 900 lerde Ion’lar adada görünmeye başlar. M.Ö. 6. yy’da iktidarı zalim Polykrate geçirir ve o dönemde Samos adası büyük bir büyüme ve gelişme dönemine girer, güçlü bir donanmaya sahip olur ve Ege Denizinde söz sahibi olur.
Bu dönemde Darios, M.Ö. 479 yılında ise mimar Samios Mandroklis tarafından tasarlanan tekneler Avrupa’ya gider. Samoslular bu güçlü donanma ve Yunan deniz gücünün yardımı ile Mycale Deniz Savaşında Persler’i yenilgiye uğratırlar ve Samos Atina ittifakının bir üyesi olur.
Roma İmparatorluğu döneminde özellikle Pisagora’da bir çok Roma yapıları inşa edilmiş. Devamında Bizans İmparatorluğu adayı etkin Hristiyanlık motiflerine uygun bir anlayışla yapılaşmaya gitmiş, bu zengin yapılaşma mirası günümüze kadar gelmiştir.

Bizans İmparatorluğunun çöküşü ile ada Osmanlı İmparatorluğunun egemenliğine geçmiştir. 1550 yılında Kılıç Ali Reis’in girişimiyle adaya dışarıdan daha çok insan getirilmeye başlanmıştır. Adada halka tanınan imtiyazlar ve Müslüman nüfusun adaya yerleşme yasağı adayı daha çekici hale getirmiş ve Yunanistan’ın diğer bölgelerinden insanların adaya göçüne yol açmış.

1805 – 1912 yıllarında devrim için hazırlıklar başlamış ve liderliğine Lykurgous Logothetis getirilerek Osmanlı İmparatorluğuna karşı önce tepkiler daha sonra ayaklanmalar başlar. Devrim 18 Nisan 1821 de Samos’ta gerçekleşir ve 8 Mayısta ada Karlovassi’de bağımsızlığını kazanır. 1830 da yabancı güçler Londra Protokolü ile varılan anlaşma sonucu adanın Yunanistan Toprakları dışında kalmasına karar verir ve 1912 ye kadar Ada özerk bir yönetim kazanır. Bu dönemde başkent Vathi’ye taşınır, bayındırlık ve yapılaşma hız kazanır, eğitim sistemi iyileştirilir, matbaalar açılır, matematik, tarih, edebiyat alanında çalışmalar hızlanır, ticarette hızlı bir büyüme, deniz taşımacılığı ve sanayide hızlı bir gelişme yaşanır. Balkan Savaşının başlamasıyla ada halkında bir telaş ve korku hâkim olur ve Yunanistan’la birleşme arzuları artar. İkinci Dünya Savaşı yıllarında zorlu yıllar geçirir ve özellikle deri fabrikaları başta olmak üzere sanayi tesisleri bombalanır. Bugün Karlovassi’de Limandan Yeni Karlovassi’ye giderken kıyıda gördüğümüz metruk binalar II. Dünya Savaşı bombardımanından geri kalan binalardır.
Pasaporttan çıkıp otele ulaşmamız saat 12.30 u buluyor. Bugün öğleden sonramızı Potami Beach’e ayırıyoruz. Karlovassi limana iki, otelimize dört kilometre mesafede bir plaj. Önce öğle yemeği için daha önceden bilgisini aldığımız Hippy's Tavern’e yerleşiyoruz. Denize elli metre mesafede küçük bir yunan evinin bahçesinde, ağaçlar altında salaş bir restoran. Menümüz tabii ki deniz ürünleri ve adaların vazgeçemeyeceğimiz birası Mythos.





Potami Plajı


Potami Şapeli

Uzo akşama… Yemek sonrası plajdaki şezlonglarda biraz dinlenme, kitap okuma molası ardından deniz. Ne var ki deniz bugün çok dalgalı. Biraz serinledikten sonra hava biraz serinleyince şelaleyi keşfetmeyi planlıyoruz. Bunun için bizi yaklaşık bir saatlik orman için bir yürüyüş bekliyor. Yürüyüş sırasında karşı yönden mayolu, bikinili insanların gelmesine önce şaşırıyoruz sonra da büvette yüzdüklerine kanaat getiriyoruz. Yaklaşık bir saatlik yürüyüş sonrası patika bir büvette bitiyor ama görünürde şelale yok. Öğreniyoruz ki bir süre bel hizası suda yürümek hatta zaman zaman yüzmek gerekiyormuş. Biz deniz giysilerimizi aracımızda bıraktığımızdan daha fazla devam edemiyoruz ve o deniz giysili insanların gizemini çözüyoruz.

Potami Şelalesine yürüyüş

Restoran sahibinin çağırdığı taksi ile Karlovassi’ye otelimize dönüyoruz. ( 8 € ). Akşam Limandaki Poyraz Restoran’da deniz ürünleri, Uzo ve Yunan müziği bizi bekliyor.

Adada ikinci günümüz. Bugün araç kiralayıp, tur otobüslerinin çıkamadığı köyleri keşfedeceğiz, öğleden sonrada Kokari’de öğle yemeğimiz alıp denize gireceğiz. Kahvaltı sonrası otelimizin resepsiyonunda kiraladığımız aracı teslim alıyoruz. İlk durağımız Ampelos. Oldukça dar, dik ve virajlı yoldan Micra’mız zorlanarak da olsa çıkıyor. 



Ampelos Köyü

Ampelos denizden 350 metre yüksekten denize bakan bir balkon gibi. Denize hakim, kapılarının önünde saksı içinde çiçeklerle süslenmiş evlerin sıralandığı dar sokaklarında dolaşıyoruz. Kilise meydanındaki geleneksel kahvehanede kahve içme isteğimizi bir sonraki köye erteliyoruz. İstikamet Manolates.


Manolates Köyünden Türkiye kıyıları





Manoletes, uzun yıllar önce 1600 lü yıllarda kurulmuş Vourlates köyündeki nüfusun artması sonucu bu köyden ayrılıp 1794 yılında burada yaşamaya başlayan Manolis adlı kişiden almış adını. Karvounis Dağlarının 340 metre yüksekliğinde kurulu tipik bir Yunan köyü. Türkiye kıyılarının panoramik manzarasına hakim. 4 km uzunluğunda dönemeçli asfalt yol Platanakia, Valeontades ve Aydonia gibi bölgenin en güzel yerlerinden akarsuların ve deniz manzarasının eşliğinde geçerek köye ulaşıyor. Bu yolun sonunda aracınızı bırakıp köyü gezebileceğiniz geniş bir park alanı var. Köy meydanında kahve molamızı veriyoruz.





Vourlates

Son köyümüz Vourlates. 1600 yılında kılıç Ali Reis’in İzmir’in Urla ilçesinden getirdiği Urlalılar tarafından kurulmuş. Vourla, Urla eski ismini yeni köylerine vermişler. Bu köy de denizden 300 metre yükseklikte ve adanın en büyük ve güzel yerleşim yerlerinden. Görkemli evleri, geleneksel revaklar ve dükkanları köyün geçmiş yıllarda doruğa çıkışını ortaya koymakta. Sokaklarda yürümek, güzel kiliseleri görmek, huzur dolu köy meydanında bir fincan kahvenin yanında tatlı yemek için harika bir yer.
Saat 13.00 ü geçmek üzere. Yavaş yavaş acıkıyoruz. Yemek, ardından yüzme molası Kokari’de. 15 dakikalık bir yolculuktan sonra Kokari’deyiz. Aracımızı Aziz Nikolas kilisesinin yakınına park edip rengârenk küçük çarşının içinden restoranların bulunduğu sahile geçiyoruz.
Kokari; geleneksel tarzını en güçlü şekilde koruyan, adanın en önemli turizm noktalarından biri. Gerek kendi sahil şeridi gerekse yürüme mesafesindeki Lemonakia, Çamadou gibi plajları ve çok sayıda keyifli restoranıyla büyüleyici bir yer.
Restoranlarda yemek siparişinizi beklerken ya da yemek arasında hemen önünüzden denize girebilirsiniz. Yalnız duş ve kabin imkânı yok. Ve bugün kuzeyli rüzgârlar nedeniyle dün Potami plajında olduğu gibi deniz dalgalı. Kokari’de yine Mythos eşliğinde öğle yemeğimizi yedikten sonra restoran sahibimizin önerisi ile her havada sakin bir denize sahip olan Novagos Beach Bar’a rotamızı çeviriyoruz.



Gerçekten de havuz kadar sakin ve turkuaz sulara sahip Navagos Beach te şezlonglarımıza uzanıyoruz. Bundan sonrası deniz, güneş, kum ve kitap keyfi…
Bu arada eğer bir şeyler yer içerseniz şezlong ve şemsiye ücretsiz. Urla Demircili ’de bir şezlonga 50.00 TL istediklerini düşününce insan kızmadan edemiyor.
Güneşe, denize ve huzura doyduktan sonra Navagos’tan ayrılıp otelimize dönüyoruz. Duş ve kıyafet değişimi sonrası bu akşam Yeni Karlovassi’yi keşfedeceğiz. Akşam yemeğimizi meydandaki restoranların birinde yiyeceğiz ve meşhur ev yapımı dondurmasının tadına bakacağız.


Karlovassi

Bugün adada son günümüz. Dün gece cıvıl cıvıl, tertemiz giyinmiş yaşlısı genci Yunanlıların doldurduğu meydanda güzel bir akşam yemeği ve dondurma sonrası otelimize erken dönüp dinlenmeye çekilmiştik. Bugün kahvaltı sonrası klasik ada turunu yapacağız.
Otoparktan aracımız alıp Karlovasi'nin doğusuna yol alıyoruz. Bugünkü rotamızın ilk durağı denizden 550 metre yükseklikte bulunan ve adanın en eski köylerinden olan         ( 1600 ) Platanos. 


Platanos köyü ve İkeria Denizi

Köyün meydanında kristal renkli bol kaynak suları, ziyaretçilere susuzluklarını gidermek ve çınar ağaçları arasında bol yokuşlu yürüyüş yapmaları için güç veriyor. Okulun görkemli binası, kafeler, fırınlar ve köy meydanındaki hediyelik eşya dükkanlarında vaktin nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz.



İkeria Denizi ve adası

Köyden tekrar ana yola çıktığımızda denizi sağımıza alıp çam ağaçları arasında ilerliyoruz. Bir açıklıktan İkeria denizinde yer alan İkeria adasını ve Fourni adasını seyredip İkerus’un efsanesini anımsıyoruz. Çam ağaçları arasında yola devam. Adanın bu bölgesi yoğun çam ormanları bulunması nedeniyle arıcılıkla geçiniyor ve bal üretimini ve satışını kooperatif kanalı ile yapıyorlar. 




Bal satış kooperatifi

Yolumuz üzerinde çam ağaçları altında, yamaçları bağlarla çevrilmiş bir noktadaki bal satış noktasında mola veriyoruz. Buradan bal, polen, bir çeşit doğal krem, portakal reçeli ve muscat şarabı satın alabilirsiniz. Biz bal alıp yolumuza devam ediyoruz. Yolumuz üzerindeki Pyrgos köyünü geçip Koumaradei’de kahve molası veriyoruz. Kafeteryanın yanındaki seramikçiden ilginizi çeken ürünleri ve Samos’un olmazsa olmaz hatıralık eşyası Adalet Kupasını alabilirsiniz.


Pyrgos Köyü



Pythagorian ve Pisagor anıtı

Kahve molasından sonra Türkiye kıyılarını ve Samos havaalanını sağımıza alıp Pisagorian’a doğru iniyoruz. Aracımızı hemen kentin girişindeki otopark alanına park ediyoruz. Dilerseniz bu bölgede bulunan kaleyi ve antik kalıntıları gezebilirsiniz. Biz güneşte gölgelik olan sağında solunda hediyelik eşya, market, restoran/büfeler, motor kiralayan rent a car dükkânlarının sıralandığı caddeden limana yürümeyi tercih ediyoruz.
Limanda çok sayıda yat ve tekne bağlı. Birçoğu da Türk bayraklı. Buradaki barınma ve konaklama ücretleri Türkiye’ye göre çok uygun olduğu için birçok tekne sahibi teknelerini Pisagor Limanına bağlıyorlarmış. Limandan sola doğru yürüdüğünüzde Pisagor’un heykeline ulaşıyoruz. Fotoğraflarımızı çekip tekrar geri dönüyoruz. Yolumuz üzerindeki marketlerden buraya özgü uzo markası olan Frantzeskos uzosunu ve Psiles Korfes – yüksek tepeler-marka muscat şarabımızı uygun fiyata alıyoruz. Öğle yemeğimiz Samos / Vathi’de.




Samos / Vathi

Vathi de aracımızı girişteki Katedralin yakınındaki otoparka park edip sahile yürüyoruz. Sahilden Aslanlı Meydana doğru ilerliyoruz. Geniş bir meydan ve Devrim yıllarındaki kahramanlıklarını ve cesaretlerine atfen dikilmiş bir Aslan heykeli ve etrafında çok sayıda restoran kafeterya mevcut. Biz daha önce edindiğimiz bilgi üzerine meydan yaklaşık 100 metre mesafedeki Zen Tavern’e oturuyoruz. Çok lezzetli deniz ürünlerini yine Mythos’un eşliğinde tipik Yunan restoranında afiyetle yiyoruz.
Vathi’den Karlovassi Limana yaklaşık 30 km yolumuz var. Feribotumuz saat 17.00 de kalkacak, bir an önce limana varıp aracımızı teslim etmemiz ve pasaport sırasına girmemiz gerekiyor.
Keyifli bir Samos gezisinin daha sonuna geldik.
Yazı ve Fotoğraflar: 
Mehmet Cengiz TÜMER








13 Haziran 2019 Perşembe


DEVRİMİN 60. YILINDA KÜBA
Aynı yalınlıkla ölmek isterim.
Kırda bir çiçek gibi, sakin, gösterişsiz.
Mum yerine yıldızlar parlasın üstümde,
Yeryüzü uzansın altımda sessiz.
Jose Marti
Çeviri: Ataol Behramoğlu



Küba tarihi hep bir direniş tarihidir. Bu yüzden de Küba Anayasasının ilk paragrafında bu direnişe bir atıf vardır.
Biz, Küba Halkı, yaratıcı çalışmanın ve mücadele geleneğinin, ölümü boyun eğmeye tercih eden atalarımızın, topraklarımızın en eski sahiplerinin, efendilere başkaldıran kölelerin dirençleri, kahramanlıkları ve acılarının savunucuları ve mirasçılarıyız.”
Gerçekten de bugünün Küba’sını anlamak için kısaca tarihine bakmak gerekir.
1.       İspanyol işgali; katliam ve sömürü
Adaya ilk yerleşimin M.Ö. 6000 yıllarında olduğu tahmin ediliyor ve 1492 de Kristof Kolomb Hindistan yerine yanlışlıkla Küba’ya ayak bastığında adada bir Kızılderili topluluğu yaşıyormuş. Karayiplerde ve Küba’da 350.000 nüfuslu barışçıl bir kavim olan Taino halkı yaşamaktaymış.
Kristof Kolomb adada 3 ay kaldıktan sonra İspanya’ya geri döner. 1493’te Papa VI. Alexander, İspanyollara Kolomb’un bulduğu bölgeye yerleşip buradaki yerli halkı Katolik yapmalarını emreder. Papa’nın fermanıyla İspanyollar önce Küba’nın doğusundaki Hispaniola adasına yerleşir. 1511’de İspanya Kralı, Diego Velzqoez’i adada ilk İspanyol yerleşimini kurmak üzere genel vali olarak görevlendirir. Buna karşı Tainolu kabile reisi Hatuey ilk yerli direnişini başlatır ancak yakılarak öldürülür.
Sonuçta, 1514’e gelindiğinde, İspanyollar adayı alır ve halkı Hristiyanlaştırmaya başlar. Direnen yerli halkın neredeyse tamamını kılıçtan geçirip katlederler. 16. Yüzyılın ortalarına gelindiğinde artık yerli halktan kimse kalmamıştır. Bu aada adanın bereketli topraklarını fark eden İspanyollar şeker kamışı ve tütün üretimine başlarlar. Ancak yerli halkı vahşice katlettikleri için tarlalarda çalıştırmak üzere Afrika’dan köle getirmeye başlarlar. Bundan sonra Küba yaklaşık 400 yıl İspanyol sömürgesi olarak kalır.
2.       Carlos Manuel de Cespedes
1868 – 1878 yılları arasında İspanyollara karşı ilk bağımsızlık mücadelesi başlar. Bir çiftlik sahibi olan avukat Carlos Manuel des Cespedes, bir sabah tüm kölelerini azat ederek kendisine katılanlarla birlikte İspanyollara karşı ilk bağımsızlık mücadelesini başlatır. Yayınladığı “ Grita de Yala “ bildirgesi ile Küba’nın bağımsızlığını ilan eder. 1874 te savaşta öldürülür.
3.       Jose Marti
Bugün Havana havalimanına ve Devrim Meydanından denize uzanan ve 1 Mayıs kortejinin yürüdüğü geniş bulvara adını veren şair ve yazar Jose Marti önderliğinde 1895 yılında ikinci bağımsızlık savaşı başlar. Marti, Amerikalıların Küba’ya çıkışlarını görmeden aynı yıl içinde 42 yaşında ölür. Kısa yaşamına rağmen Marti, Küba’nın Ulusal Kahramanı ve simgesi olur. Bağımsızlık ve özgürlükle ilgili yazdığı şiirlerle, bu ideali halka yayan kişi olmuştur. Aynı zamanda “ Canavarı tanıyorum, çünkü ininde yaşadım” diyerek halkı ABD’ye karşı uyarmıştır.
300.000 Kübalının öldüğü savaşta ne İspanyollar ne de Kübalılar kazanır. Çoktandır Küba’da gözü olan ABD, Küba’dan yana olup İspanyolların adadan kovulmasında rol oynar. 1899 yılında Küba, ABD’nin koruması altında özgürlüğünü ilan eder. Böylece, Küba yüzyıllardır süren İspanyol sömürgesinden kurtulup 50 yıl sürecek ABD yönetimine girmiş olur.
4.       Batista Dönemi 1933 – 1959
1933 yılında ABD’nin desteği ile Çavuş Fulgencio Batista iktidara geliyor ve uzun bir diktatörlük dönemi başlıyor. Amerika’nın kuklası olan Batista çıkarları için fuhuşa, kumara, yolsuzluğa, mafyaya göz yumuyor. Mafya ailelerinin toplantıları Nacional Hotel’de yapılıyor. 1950 li yıllarda artan işsizlik, açlık, yolsuzluk ve baskılar karşısında huzursuzluk ve gerginlik başlıyor, işçiler, çiftçiler ve üniversiteli gençler sokaklara dökülüyor.
5.       Fidel Castro
Bu sıralarda genç bir avukat olan Fidel Castro sahneye çıkıyor. 25 Mart 1952’de bir gazetede Batista’nın suçlarını sıralayarak 100 yıla mahkûm edilmelidir diye yazıyor. 26 Temmuz 1953 te Fidel Castro önderliğinde küçük bir gurup ayaklanıyor ve bir garnizona baskın düzenliyorlar. Yaptıkları strateji hatası sonucu Batista rejimi Fidel ve arkadaşlarına uçaklarla saldırıyor ve hemen hemen tüm ayaklanmacıları öldürüyorlar. Sadece Fidel ve iki arkadaşı hayatta kalıyor. Yakalanıp 15 yıl hapse mahkûm ediliyor, mahkûmiyetinin ikinci yılında Batista’nın af kararıyla serbest bırakılıp Meksika’ya sürgün ediliyor.
6.       Fidel ve Che bir araya geliyor.
Bu sürgün Küba’nın tarihini değiştirecek bir buluşmaya, tanışmaya vesile oluyor.
Ernesto iyi bir eğitim almış devrimci idealleri olan bir doktordur. Tıp Fakültesinde öğrenci olduğu yıllarda eğitimine iki yıl ara verip bir arkadaşı ile birlikte bir motosikletle Latin Amerika ülkelerinde geziye çıkıyorlar. Zaman zaman Cüzzam kamplarında gönüllü çalışıyorlar. Bu seyahati sırasında tanık olduğu yoksulluk, yolsuzluk ve ezilen halkın durumu onu çok etkiliyor ve tüm Latin ülkeleri halkını içeren devrimci fikirleri gelişiyor. Seyahatten gelip okulunu bitirdikten sonra tıp doktorluğu yapıyor. Arjantin’de ve diğer Latin Amerika ülkelerinde doktor olarak çalışıyor.
Fidel’in Meksika’da sürgünde olduğu dönemde Ernesto Guevera’nında Meksika’da olması Raul Castro’nun onları tanıştırması Küba Devriminin önünü açıyor. Fidel’in anlattıkları ile kendi devrimci düşüncelerini örtüştüren ve bu düşüncelerini Küba devrimiyle gerçekleştirebileceğini anlayan Ernesto Guevera devrimin planlarını yapıyorlar. Bu arada Arjantinliler çok sevdikleri Ernestoya Che adını veriyorlar.
Che, Fidel ve Raul Castro, 2 Aralık 1956 da 80 kişilik küçük bir ordu ile “ Grandma “ adlı tekneyle Küba’ya hareket ediyorlar. Küba’nın doğusunda çıkıp Sierra Maestra dağlarında yerel gerillalarla buluşacaklardır. 16 kişi kapasiteli gemiye 80 kişi binmeleri nedeniyle geminin alabora olma riski nedeniyle çok ağır yol almadı, yolculuk sırasında bir arkadaşlarının denize düşmesi sonucu onu bırakmayıp kurtarmak için zaman kaybetmeleri nedeniyle planları iki gün gecikir. Bu arada karada karşılayacak olan devrimciler de umutlarını kaybedip dağılırlar.
İki gün sonra karaya çıkan Fidel ve Che ile arkadaşlarını Batista’nın askerleri karşılar, çıkan çatışmada 37 kişi sağ kalır. Başlangıçta bu küçük orduya doktor olarak katılan Che ölen bir arkadaşının silahını almak için ilk yardım çantasını bırakır. Bu an Doktor Che’nin, gerilla Che’ye dönüştüğü andır. 2 yıl süre ile Sierra Maestra dağlarında gerilla savaşı verirler. Batista’nın tüm baskılarına karşın yerel halktan ve köylülerden gerilla kazanırlar. Fidel gösterdiği askeri başarılar sonucunda Che’ye Komandate ünvanı verir. Küba’nin doğusunu Che’ye, batısını bir diğer Komandate Camino’ya bırakan Fidel Havana bölgesinde üslenir.
1958 yılının Aralık ayının sonlarına doğru Batista gücünü kaybetmeye başlar. Gerilla savaşları sonucu asker ve silah kaybeder. Bu arada Amerika da desteğini çeker. Batista’nın son umudu Kübanın doğusundan Santa Clara üzerinden gelecek silah ve asker sevkiyatındadır. Bu sevkiyatını istihbaratını alan Che akıllıca bir plan ile Santa Clara’da iş makinesi ile demiryolu raylarını tahrip eder ve pusuya yatar. Raydan çıkan dört vagonluk katardan çıkan askerleri etkisiz hale getirip silahlara el koyar. Bu durum savaşın kaderini değiştirir, tüm umudunu kaybeden Batista 1 Ocak 1959 da önce Dominik Cumhuriyetine daha sonra Faşist Franko’nun İspanya’sına kaçar.  Fidel Castro Havana’ya girer.
Fidel Castro dünyanın en genç lideri olarak başa geçer. Devrimin gerçekleşmesi ile elit kitle ve zenginler paralarını da yanına alarak Amerika’ya kaçarlar. Küba sosyalist devrimi gerçekleştirince devlet tüm arazilere, işyerlerine ve Amerikan yatırımlarına el koyup her şeyi devletleştirir.
Che devrim sonrasında bu devletleştirmenin ve devrim mahkemelerinin başına geçer, ardından eğitim ve sanayi bakanlığı yapar. Ama O’nun amacı Küba’nın bir bakanı olmak değildir Küba’da gerçekleştirdiği devrimi tüm Latin Amerika ülkelerinde gerçekleştirmek ve bir Latin Amerika Halkları birliği kurmaktır. Devrimci idealleri uğrunda 1965 yılında Küba’dan ayrılır önce Kongo’ya gider. Buradaki devrimcileri destekler, başarılı olamayınca Bolivya’ya gelir. Devrimci eylemlerine burada devam eder. Ancak 1967 yılında muhtemelen CIA ajanlarınca yakalanıp infaz edilir.
Sayın Ayla Kerimoğlu’nun www.hazardernegi.org yayınlanan Küba gezi notlarından ve Küba gezimiz sırasında bize rehberlik eden Sayın Gülgün Asutay’ın anlatımından aldığım notlardan derlediğim Küba’nın kısa devrim tarihinden sonra Küba gezimize dönebiliriz.

1 Mayıs öncesi Karayip sahillerindeki Cayo Santa Maria’da bir günlük Deniz, kum, güneş tatili için Havana’dan ayrılıyoruz.




İlk durağımız Batista’nın yenilgiyi kabul etmesine neden olan Che’nin silah katarını raydan çıkardığı Santa Clara. Olayın meydana geldiği yerde dört vagon ve Che’nin rayları tahrip ettiği iş makinesi sergileniyor. Rehberimizin anlatımı ve fotoğraf molası sonrası yola devam ediyoruz.






Santa Clara’dan sonra İspanyolların 1514 kurdukları ilk yerleşim yerlerinden olan Remedios’dayız. Papa’nın fermanı ile Küba’yı işgale gelen İspanyolların hemen hemen hepsi İspanya’nın Sevilla kentindenmiş. İklim olarak birbirine çok yakın olan iki coğrafyada Remedios’a yerleşenler de Sevilla’daki mimariyi uygulamışlar. Tabii bunda o dönem İspanyol kralının yayınladığı fermanında etkisi olmuş. Yerleşim yerlerinde uygulanacak şehir planını ve sivil mimari örnekleri Kral bu fermanla belirlemiş. Tropikal iklim nedeniyle hemen tüm yıl boyunca sıcak ve nemli olan Karayip ikliminde evler yüksek tavanlı, karşılıklı olarak bina boyunda demir parmaklıklı yüksek ve geniş pencerelere sahip. Canlı renklerle boyanmış. Zenginlerin sahip olduğu kolonyal yapıdaki evler dışında pencerelerde cam yok. Ahşap kepenkler var.



Remedios’tan sonra turizm bölgesi Cayo Santa Maria’ya geçiyoruz. Remedios’tan sonra yaklaşık 50 km deniz içine inşa edilmiş ve ufak ufak adacıkları birbirine bağlayan yoldan ilerliyoruz. İki yanımızda bizim longoz ormanlarına benzeyen, Dalyan’daki gibi doğal kanallardan ve labirentlerden oluşan bir coğrafyadan geçiyoruz. Bu bölge 1980 sonrası Özal’ın Antalya Belek bölgesini turizme açması ve turizmi teşvik etmesi gibi Castro tarafından 1990 yılında turizme açılmış ve teşvik edilmiştir.
Bir günlük Karayipler tatilinin ardından adanın doğusuna doğru hareket ediyoruz. Sierra Maestra dağlarına dönmeden önce deniz kıyısı boyunca ilerliyoruz. Yolumuzun bir bölümünde önümüze yolu karşıdan karşıya geçmeye çalışan yengeç kafileleri yolumuzu kesiyor. Çiftleşmek ya da yumurtlamak için deniz tarafından yolun diğer tarafındaki tatlı su kaynağına göç ediyorlar. Hızımızı azaltarak ve küçük slalomlar yaparak yengeçleri ezmeden yaklaşık bir beş kilometre yola devam ediyoruz.



İlk durağımız Che Guevera ve 37 arkadaşının anıt mezarı ve müzesi. 1967 de Bolivya’da öldürüldükten sonra cenazesi Küba’ya getiriliyor ve anıt mezara defnediliyor. Çok büyük bir alana yine çok görkemli bir Che heykeli dikilmiş. Küba’ya ilk çıktığında kolundan ve başından yaralanmasının anısına bu heykelinde de kolu sargılı. Heykelin kaidesinin hemen altında Che ve 37 arkadaşının na’şının bulunduğu anıt mezar ve Che’nin özel eşyalarının bulunduğu Che müzesi var. Mozole oldukça sade ve yalın ama o derecede de etkileyici. Mistik bir sessizlik içinde bu etkileyici mozole ve müzeyi geziyoruz. Fotoğraf çekmeye izin olmadığı için görüntü alamıyoruz ama yüreğimize ve belleğimize kaydediyoruz.






Adanın bulunduğumuz kesimi Şeker Kamışı tarımının yapıldığı bir bölge. Yolun iki yanında şeker kamışı tarlaları ve zaman zaman düzgün bir şekilde ekilmiş muz plantları yer alıyor. İNGENİOS Vadisindeyiz. Bu vadide devrim öncesi şeker kamışı üretimi yapan çiftlik sahiplerinin konakları, çiftlik evleri, köleleri ve araziyi gözetlemeye yarayan ve ailenin güç göstergesi olan kuleler ilk göze çarpanlar. Halen bir restoran olarak kullanılan bu çiftlik evlerinden birinde mola veriyoruz. Ürettikleri el işlerini satan kadınların oluşturduğu küçük bir yerel pazar var. Çiftlik evinin arka bahçesinde şeker kamışının suyunun sıkıldığı pres var. Zamanında bu preste şeker kamışının suyu sıkılıyor dev kazanlarda kaynatılıp soğutularak şeker elde ediliyormuş. Bugün turistik anlamda şeker kamışı suyu sıkılıp limon suyuyla karıştırıp ikram ediyorlar.












Bir sonraki durağımız adını Baba – Oğul – Kutsal Ruh üçlemesinden alan ve UNESCO’nun Dünya Mirası Listesindeki Trinidad. Küba’nın en iyi korunmuş kolonyal şehri. Şehrin girişinde aracımızdan inip taş döşeme yollarda rengârenk evlerin arasında 1960 lı yıllarda çocukluğumun geçtiği İzmir sokaklarında yürür gibi tarihi adımlıyoruz. Şehrin sokaklarını, meydanını eski bir zenginin müze haline getirilmiş evini geziyoruz.  Evde gördüklerimiz devrim öncesi Küba’nın zenginliği hakkında bize bilgi veriyor. Trinidad sonrası Havana’ya kadar uzun bir yolumuz var. Aslında burada bir gece kalmanın ne kadar etkileyici olduğunu düşünüyorum. Ama yarın 1 Mayıs.













1 Mayıs sabah 05.45 te lobide toplanıyoruz. Kortej yürüyüşü bizim otelin önünden başlayacak, Jose Marti bulvarı boyunca Devrim Meydanına yürünecek. Otelin önüne çıkıyoruz. Küçük küçük guruplar toplanmışlar. Hava henüz karanlık. Yürüdükçe bulvar kalabalıklaşıyor, bir birimizi kaybetmemek için karanlıkta birbirimizi kolluyoruz. İlerledikçe küçük guruplar büyüyor daha organize guruplara dönüşüyor. Herkesin elinde pankartlar, afişler, Fidel’in fotoğrafları… Hava ağarmaya başladı. Kâh duruyoruz kâh yürüyoruz. Fidel’in kısa bir konuşmasından sonra kortej yeniden hareketleniyor. Durmaksızın diğer gurupların afişleri ve pankartları arasında meydanı geçiyoruz. Raul Castro ve diğer devlet erkânı ve davetliler kulenin altında ayakta selamlıyorlar. Meydan geçişimizi tamamlamaya yakın Kübalıların şaşkın bakışları altında 20 kişilik gurubumuz hep bir ağızdan “ Dağ başını duman almış” marşımızı söylüyoruz.
Evet Ferhan ŞENSOY’un deyimiyle “ Hacı Komünist “ olmuştum.

1 Mayıs törenlerinin ardından bir önceki yazımda anlattığım gibi Hemingway’in izlerinin peşine düşmüş sonra da Mafya’nın hüküm sürdüğü yıllardaki üssü Nacional Hotel’in bahçesinde soluklanmıştık.

Batista’nın sarayı olan ve 1 Ocak 1959 da Fidel Castro ve yoldaşları tarafından teslim alınan, devrim sonrası müzeye dönüştürülen Devrim Müzesini, hemen arkasında cam bir fanus içinde sergilenen “ Grandma “ yı ziyaret ederek devrim Küba’mızı tamamladık.
Kalan zamanımızda eski Havana’yı, meydanlarını dolaştık.










Küba’da son günümüzde yine uzun bir otobüs yolculuğu bekliyordu. Bu kez Küba’nın simgesi Puro Fabrikalarının bulunduğu ve tütün tarımının yapıldığı Pınar del Rio’ya   gidiyoruz. Pınar del Rio’da devlete ait bir puro fabrikasını geziyoruz. Puro yapımı hakkında bilgi alıyoruz. Çalışma şartlarını bahane edip aleyhte propaganda yapıldığı için fotoğraf çekimine izin vermiyorlar.










Pınar Del Rio’dan sonra özel bir doğa yapısına sahip ve tütün tarlaları ve puro atölyelerinin olduğu VİNEALES’e devam ediyoruz. Öğle yemeğimizi de bu vadideki restoranda alıyoruz. Yemek sonrası restoranın yakınındaki bir puro atölyesine misafir oluyoruz. Ve biz burada iken o meşhur tropikal yağmura tanık oluyoruz. Otobüsümüze güç bela biniyoruz ve şiddetli yağmur altında Vineales kasabasına doğru yola çıkıyoruz. Küçük bir kasaba olan Vineales’te dolanırken ikinci bir yağmura yakalanıyoruz. Mecburi bir kafe / bar molasından sonra hafifleyen yağmurla birlikte Havana’ya dönüyoruz.
Gece Buena Vista Social Club.

Sekiz günlük Küba gezimizin sonunda devrimin 60. Yılında benim gözlemlediklerime gelince… Evet; Küba gerçekten yoksul ama halen mutlu olduğu şüpheli. Özellikle Havana’da. 1993 sonrası Küba’nın kapılarını turizme açması ve Amerika’nın ambargosu sonrası geçilen ikili para sistemi ülkede dengeleri yerinden oynatmış. İki sınıf doğmuş; turistik, konvertibl para birimi CUC ‘a ulaşanlar ve ulaşamayanlar. 1 CUC = 1 ABD Doları. Doktor, öğretmen maaşının 25 CUC olduğu ülkede insanlar CUC’a ulaşabilecekleri turizmde çalışacak bir pozisyon arıyorlar. Bize eşlik eden yerel rehberimiz de elektrik mühendisi olmasına rağmen rehberlik yapmayı tercih ediyordu. Bize yaptığı bir haftalık rehberlik sonrası bizden bahşiş olarak toplanan para bile onun maaşının iki katıydı.
Remedios, Trinidad gibi merkeze uzak yerleşimler naifliğini korurken Havana’da bu naifliğin kaybolduğunu ve turistikleştiğini üzülerek gördük.
Yine de Castro sonrası; küreselleşen dünyada Küba’nın kapitalizme tam olarak teslim olmadan son demlerinde Küba’yı görmek benim rüyalarımdan birini gerçekleştirmekti.

27 Nisan – 5 Mayıs 2019
Yazı ve Fotoğraflar
Mehmet Cengiz TÜMER