16 Temmuz 2013 Salı


FADO'NUN BAŞKENTİ : LİZBON
( ON YIL SONRA...)

On yıl önce ERA EDTA Kongresi için gittiğim ve benim ilk yurt dışı deneyimim olması nedeniyle benim için önemli Lizbon için tekrar yollardayız.
Belki ilk kez yurtdışına çıkmanın verdiği heyecan belki Lizbon aşığı rehberimiz İlgihan'ın bize Lizbon'u sevdirme çabası nedeniyle Lizbon'un benim için ayrı bir önemi vardı. Bu on yıl içinde eşim Aydan'ı Lizbona götürmek benim için hep bir hedef oldu. Lakin 1700.00 TL'den aşağı düşmeyen uçak bileti fiyatları nedeniyle hep ertelemek zorunda kaldım.
Eylül ayında THY 99 €'ya kampanyalı avrupa uçuşları başlatınca hemen THY sitesine girdim ve Lizbon'un da ismini kampanya dahilinde görünce dünyalar benim oldu.
Hemen ekibi oluşturduk. Ben rehberlik yapacağım sevgili dostum Hakan KILAVUZ'da tercümanlık yapacak. Saat 20.00 de üç aile telekonferans sistemi açık internetin başına geçtik maceralı bir süreçten sonra saat 23.00 de kampanyalı sekiz bileti 03 - 06 Şubat 2013 için almayı başardık. Daha önceki deneyimlerimden ve Lizbon'u bilmem hasebiyle Hostelworld'den Lizbon'un merkezinde Baxia'da hostelimizi de ayarladım. ( Travellers house )
Uçuşumuz Atatürk Hava Limanından olacağı için biz bir gün önceden İstanbul'a oğlumuz Canburak'ın yanına gittik. Böylece hem onu görmüş olduk hem de ona götüreceğimiz ıvır zıvırı aracımızla götürmüş olduk. Canburak ertesi gün sabah bizi havalimanına bıraktı , bizde ekibin diğer yarısı ile dış hatlarda buluştuk. Yaklaşık 4,5 saatlik keyifli bir uçuştan sonra Lizbon'a indik.
On yıl sonra bendeki ilk izlenim hava alanının modernize edilmiş olmasıydı. Eski havaalanı terminaline yeni terminal binası eklenmiş. Yer döşemelerinden eski ve yeni binaya geçişi fark edebiliyorsunuz. Güler yüzlü pasaport polisi ile neşeli bir sohbetten sonra Lizbon'a giriş yaptık.
Hostelimize metro ile ulaşacaktık. Önce havalimanından kırmızı hatta binip bunun son durağı San Sebastio'da inip mavi hatta geçip Baxia-Chiao'da inecektik. Metro bileti için bilet makinelerini anlamaya çalışırken unların bilet makinesi değil dolum makinesi olduğunu keşfettik, bu kez kart bulma arayışındayken metrodan çıkış yapan muhtemelen Lizbon gezisini bitiren bir gurup bize kartlarını teklif etti ve tesadüftür ki yedi kişiye yedi günlük kart denk geldi.
Hostelimiz kentin "historical center" denilen bölgesinde Rua Augusta üzerinde gezilecek hemen hemen her yere yürüyüş mesafesinde ve metro istasyonuna çok yakın bir noktadaydı.. Güler yüzlü ve oldukça konuşkan ve esprili genç birkız karşıladı. Odalarımızın temizlendiğini ve hazırlandığını, yarım saatlik bir işi olduğunu söyleyince tüm eşyalarımızı hazır olan bir odaya kapatıp, zaman kaybetmeden kendimizi Lizbon'un sokaklarına ve meydanlarına atıyoruz. Rua Augusta'nın sonunda Praça de Cemmercial Baxia var. Hemen Tajo Nehrinin kıyısında ortasında Colomb anıtının bulunduğu Rua Augusta'ya görkemli bir kapıyla bağlanan geniş bir  meydan.


Rua Augusta'nın Praça da Commercial Baxia'ya açılan ucunda her ayın bir pazar günü kurlan küçük portatif dükkanlardan oluşan pazarına dalıyoruz. Yerel ürünlerin satyıldığı pazarda bizim pastırmaya benzeyen domuz sucuğunu tadıyoruz, bizim sana böreğine benzeyen unlu mamülünden alıp atıştırıyoruz, buraya özgü GİNJA adı verilen Vişne likörünü tadıyoruz. ( 1 shot = 1 € )


Pazardan ayrılp yönümüz Rua Augusta'nın diğer ucuna çeviriyoruz. Hedefimizde Praça da Rossio ( praça da IV. Pedro), Praça da Figuere ve Praça da Restearodos üzerinden geçip Avendia Liberdata'nın hemen girişindeki dik bir yokuşta konuşlanmış tarihi funikülerle Bario Alto'ya çıkmak ve orada Cafe Brasilia'da bir kahve molası vermek ve San Justa ( Gloria ) asansörü ile tekrar Baxia'ya inmek var.


Praça da Rossio, ulusal opera binası, tiyatro binası ve modern alışveriş merkezlerinin çevrelediği ortasında iki güzel havuzun bulunduğu geniş bir meydan. Praça da Figuere de Rossio'nun hemen bir blok paralelinde çevresinde daha çok kafelerin bulunduğu kültür ağırlıklı bir meydan. Kış olması nedeniyle bu gelişimizde çok sessiz ve renksizdi ama on yıl önce geldiğimde burası sokak müzisyenlerinin konser verdiği rengarenk cıvıl kafelerin bulunduğu keyifli bir meydandı.
Ağılıklı olarak restoranların bulunduğu ( Hard Rock Cafe de bu meydanda ) praça da Figuere'den karşıya geçip funikülere yöneliyoruz. Ama bizi tatsız bir sürpriz bekliyor. Ya arıza nedeniyle ya da elektrik kesintisi nedeniyle funikülerin çalışmadığını öğreniyoruz, önümüzdeki yaşlı Portekizli amcadan cesaret alıp dik yokuşa kendimizi vuruyoruz.




Lizbon da İstanbul gibi yedi tepe üzerine kurulmuş bir şehir. Bairo Alto da bu tepelerden biri. Şehrin eğlence merkezi. Barların, restoranların, kafelerin ve Fado kulüplerinin bulunduğu bir mekan.
Portekizli ünlü şair Fernando Pessoa’nın da zaman zaman takıldığı Cafe Brasilia da soluklanıyoruz. 


Gün batımını Asansör Gloria'da yakalamak için kalkıyoruz. Daracık sokaklar ve küçük meydanlar arasında sora sora asansörün girişini buluyoruz. Seyir terasından batan güneşin kızıllığı ile daha kızıllaşan kırmızı kiremitleri nedeniyle kırmızı çatılı kent olarak anılan Lizbon'u seyrediyoruz. Karşımızda Castello de Sao Jorge’nin kızıla boyanmış surları ve kuleleri duruyor


 Mavi aydınlıkta yola çıkmış dev bir cruise gemisi Tajo nehrinde ilerliyor. Güneşin batması ile hava iyice soğuyor. Hediye günlük biletlerimizi bir kez daha kullanıp , asansörle Baxia'ya iniyoruz. ( Asansör 3.60 € )






Şimdi hostelimize gidip odalarımıza yerleşme zamanı. Bir saat sonra lobide buluşmak üzere herkes odasına çıkıyor.
Bir saat sonra lobide buluştuğumuzda güler yüzlü ve konuşkan genç resepsiyonistimizden yemek için yer önerisi alıyoruz. Bairo Alto'da bir restoran tarif ediyor ve bizi bu kez yormayacak bir yol tarif ediyor. Havalimanı dönüşü indiğimiz metro istasyonundan girip istasyonun diğer kapısından çıkınca Bairo Alto da hemen Cafe Brasilia'nın yanına çıkıyoruz ve  yüz metre ilerde de  restoranımızı buluyoruz. Burası küçük, rustik bir deniz ürünleri restoranı. Sahibi anladığım kadarı ile Sporting Lizbon'lu eski bir futbolcu. Duvarlarda her yerde eski gazete kupürleri, siyah beyaz fotoğraflar asılı. Tavan tamamen rengarenk Sporting Lizbon ve maç yaptığı karşı takımın renklerinden oluşan atkılarla kaplı.


Balık çorbası, kılıç balığı ızgara istiyorum, Hakan yarım kiloluk bir yengeç istiyor. Yanına da Portekize özgü Yeşil Şarap ( Vinho Verde ) istiyoruz. Portekiz de deniz ürünleri çok ucuz. Yemek sonrası kişi başı yaklaşık 17 € hesap ödüyoruz.
Yol ve saat farkının yarattığı yorgunlukla hostelimize dönüyoruz. Lizbon da birinci günümüzü planladığımız gibi bitirdik. Yarı programımızda Sintra, Cabo da Roca ve Cascais var.

SİNTRA, CABO DA ROCA, CASCAİS


Lizbon da ikinci günümüz. Kahvaltının ardından saat dokuzda yola düşüyoruz. Praça da Rossio'ya kadar yürüyüp buradaki istasyondan trene bineceğiz. Gişe memrundan Sintra için tren bileti istediğimizde 6 €'luk günlük bilet yerine tren, otobüs vb de kullanabileceğimiz Sintra Cascais turu için düzenlenmiş 12 €'luk bileti öneriyor. Böylece Snitra'nın içinde Pena Palace'ye gidiş geliş ve Cabo da Roca, Cascais otobüsleri ve Cascais'ten trenle Lizbon'a dönüş için de kullanabileceğiz. Biletlerimiz alıp trene yerleşiyoruz.
Trenle kırk beş dakikalık bir mesafede olan Sintra yeşillikler içinde küçük bir kasaba. Zamanında krallığın yazlık mekanı olarak kullanıldığı için saraylar  ve köşkler ile dolu. National Palace, Pena Palace bunlardan ziyarete açık ikisi. On yıl önce geldiğimde sadece National Palace ziyarete açıktı. Pena Palace'ında restorasyonu tamamlanmış ve ziyarete açılmış.


Küçük ve sevimli tren istasyonunda indikten sonra istasyonun hemen önündeki otobüs durağında Sintra merkeze gitmek için 434 nolu otobüse biniyoruz. Otobüs bizi Historical Center'da saat kulesinin önünde bırakıyor. National Palace'ı dışarıdan dolaşıp kış güneşi altında Sintra'nın tepelerini ve vadilerini seyrediyoruz. Merkezdeki daracık sokaklarda dolaşıp hediyelik eşya satan dükkanlardan hatıra ve hediyelik objeler satın alıyoruz. Bu arada Ankaralıgezginler Grubumuzun bir etkinliği olaral Sntra kartpostalı alıp Saat kulesinin yanındaki posta ofisinden " Sintra'dan sevgilerle" PK 1341'e gönderiyorum.




Sintranın karadenizi andıran sık ormanlarla kaplı doğal yapısı nedeniyle güneşin giremediği ve bu nedenle yosun kaplamış kaldırımları ve bahçe duvarları eşliğinde Monserrate Sarayına doğru yürüyoruz.Bu sarayı da dışarıdan göreceğiz. Zaman darlığı nedeniyle sadece Pena Palace'ı gezeceğiz. Güzel bir sabah yürüyüşü ile "Park and Palace of Monserrate"'ye ulaşıyoruz. Sarayı görüntüleyip geldiğimiz yoldan çeşmeler ve küçük şelaleler eşliğinde Pena Palace yol kavşağndaki otobüs durağına varıyoruz. Yirmi dakikada bir ring yapan 434 nolu otobüsümüzü bekliyoruz. Turistlerle dolu otobüsümüze binip yaklaşık yirmi dakika sık ormanlar arasında tırmanıyoruz. Yol bazı yerlerde dar ve keskin virajlara sahip buralarda otobüsümüz bazen iki üç manevrada dönebiliyor.  Pena Palace bir saray komplesi olmasının yanısıra büyük bir botanik bahçesine de sahip. Eğer zamanınız varsa sarayın dışında bu bahçeyi yürüyerek gezmekte keyifli olur. Biz giriş bileti ( 11 € ) ile birlikte 2 € daha verip transfer bileti de satın alıyoruz. Böylece zirveye kurulmuş saraya tırmanmak zorunda kalmadan çıkabileceğiz. Bira önce yazdığım gibi vaktiniz ve enerjiniz varsa yürüyerekte çıkmak keyifli olabilir.


Pena Palace 1503 yılında Manuel ı tarafından yapılmış ve ilerleyen zamanlarda 1755 te, 1838 de Fernando II, 1842 ve 1854 de Marias II ve Baron von Eschwege, 1885 de Ferdinands II tarafından ileveler yapılarak kullanılmış bir ortaçağ şatosu ve kale yapısında bir saray. 1910 yılında müzeye çevrilmiş ve 1995 yılında UNECSO  tarafından koruma altına alınmış. Konumu itibariyle bir kartal yuvası gibi. Taa Lizbon'a ve Tajo nehrine kadar ovaya ve Atlas okyanusu manzarasına hakim. Bir saat süreyle sarayın içini odalarını salonlarını, şapelini, çalışma ve yemek odalarını geziyoruz. Bir salonda gördüğümüz iki Osmanlı levendi heykeli bizi şaşrtıyor. Şaşkınlığımızı gören görevli nereden geldiğimizi soruyor ve İstanbul deyince bize bilgi veriyor. Bu salonun teşrifatı Osmanlı padişahı tarafından hediye edilmiş ve bunun için Osmanlı Levent heykelleri yapılmış, aslında dört heykelmiş ikisini sergide kalanları ise halen restorasyonun devam ettiği yandaki depo da gördük.



Pena Palace ziyaretimizi sonlandırıp transfer otobüsümüzle aşağıya otobüs son durağına iniyoruz.
Bizi Cabo da Roca'ya götürecek 403 nolu Cascais otobüsü kalkmak üzere ama biz bir şeyler yemeği düşündüğümüzden bir sonraki otobüsün saatini öğrenip istasyonun karşıda kaldırıma masalar atmış kafeye oturuyoruz. Sintra'nın kış güneşi iliğimizi kemiğimizi ısıtıyor. Ton balıklı sandviçlerimizi yer biralarımızı yudumlarken meteoroloji konusunda ne kadar şanlı olduğumuzu konuşuyoruz.
Bir saat on beş dakika sonra 403 nolu Cascais otobüsümüz yanaşıyor. Yola çıktığımızda yollar bu kez bana yabancı geliyor .On yıl önce tamamen kırsal bir bölgede köy yolu sayılabilecek bir yolda yolculuk yapmışken bu kez tamamen yapılaşmış,ve bakımlı bir yolda ilerliyoruz.. Yaklaşık kırkbeş dakikalık bir yolculuktan sonra okyanus ve Cabo da Roca feneri gözüküyor.






Otobüsten indiğimiz an güneşe rağmen okyanustan esen rüzgar bizi karşılıyor, bereler takılıyor, atkılar sarılıyor. Kıta Avrupa'sının en batı ucu olduğunu belirten haç. önünde ve Atlas Okyanusunu arkamıza alarak fotoğraflar çektiriyoruz. Artık kıta Avrupa'sının en ucundayız ve bunu belgeliyoruz. Rüzgarda ve soğukta daha fazla kalamayıp bir saat kırk dakika sonra gelecek otobüsümüzü beklemek için turizm ofisinin bekleme salonuna geçiyoruz.
Otobüsün gelmesine  yirmi dakika var dereken salonda bir hareketlenme oluyor, çantasını alan dışarı yöneliyor. Pencereden otobüsün geldiğini görünce biz de çantalarımızı alıp dışarıya çıkıyoruz. Yolcularını indiren otobüse biz doluşuyoruz. Ana yola çıktıktan sonra bşir terslik olduğunu hissediyorum, normalde Cascaise giderken sağımızda olması gereken okyanus solumzda akıp gidiyor. Bir anda jeton düşüyor biz Cascais'e gidecek otobüse değil Casvais'ten gelip Sintray'ya giden otobüse binmişiz. Bir sonraki durakta inip karşı durakta yirmi dakika sonra gelecek otobüsümüzü beklemeye başlıyoruz. Bu arada karşımızdaki Dallas Çeşmesini fotoğraflıyoruz.
Yirmi dakika sonra tam vaktinde gelen otobüsümüze binip bir kez daha Cabo da Roca'danın yeni ziyaretçilerini bırakıp bu kez doğru tarafa Cascais'e hareket ediyoruz. Yaklaşık yarım saatlik bir yolculuktan sonra alacakaranlıkta Cascaise iniyoruz. Ben görmeyeli Cascais te değişmiş, on yıl önceki doğal plajı beton duvarlarla çevirmişler, Falezler yo olmuş, kıyıdaki restoranların yerini yeni binalar almış. Kısacası on yıl öncekinden çok farklılaştığı için bir meydandaki balık restoranına giriyoruz. Yine balık, yine deniz ürünler, ve yine yeşil şarap Vinho Verde....
Yemekten sonra Lizbon trenine yerleşiyoruz. Koca vagon bomboş... Arkadaşlara size özel vagon tahsis ettirdim diye şaka yapıyorum. Kırkbesş dakiksalık yolculuktan sonra Lizbon... İstasyondaki süpermarketten su, porto şarabı, Ginja ve Vinho Verde alıp Hostelimize dönüyoruz. Bu akşamda Fado kulübüne gidecek enerjimiz kalmadı...Yaşlanıyoruz galiba...

LİZBON

Lizbon'da üçüncü günümüz. Bugünkü programımız Se Katedrali, Castle Sao Jorge, Alfama sokakları, Fado Müzesi, Belem Kulesi, Kaşifler Anıtı, Vasco de GAMA Denizcilik Müzesi, Jeronimos Katedrali, Pasteils de Belem, Amalia Rodriquez'in evi.


Kahvaltı sonrası vakit kaybetmeden Se Katedrali'ne doğru yürüyoruz. Kaleye çıkan yolun hemen başında. Hava güneşli ama sabah soğuğu hafiften ısırıyor. Se katedraline giriyoruz. Gotik tarzdaki bu kilisenin yerinde daha önce Alfama bölgesine yerleşen Mağribilerin ( Kuzey Afrikalı Müslüman nüfus) yaptığı cami varmış. 1750 yıllarında şiddetli deprem ve ardından gelen Tsunami ile kentin alçak bölgeleriyle birlikte bu camide yıkılmış ve yerine bu katedral inşa edilmiş.


Katedralden çıkıp kaleye doğru tırmanıyoruz. Tajo nehrini panorama gören bir parkta soluklanıyoruz. Daha sonra tekrar tırmanışa devam.






11. yy ortalarında Mağribi egemenliği döneminde yapılmış. Ulaşılması zor doğal engellerin bulunduğu bir tepeye inşa edilen kalenin kuzey ve batı duvarlarında iki girişi bulunmakta. 11 kulesi bulunan ve iç ve dış kale olmak üzere iki bölümden meydana gelen kale tüm Lizbon'a, Tajo nehrine hakim durumda. Kalenin surlarından kırmızı kiremitli çatılarıyla Lizbon'u, Tajo nehrini, Tajo nehrini aşan 24 Nisan asma köprüsünü, karşı kıyıdaki dev İsa anıtını izliyoruz. Surların üzerinde bir tur atıyoruz. Kalenin çıkışındaki bir sokak ressamı ilgimizi çekiyor. Tezgahını yeni kurmakta olan ressamın KAHVE kullanarak suluboya tarzında sephia resimler yaptığını görüyoruz.




Kaleden inip Alfama'nın dar sokaklarına dalıyoruz.Bir zamanlar Mağribilerin yaşadığı bu semtte bugünde düşük gelir gurubundan insanlar yaşıyor. O nedenle geceleri bu bölgenin güvenli olmadığı konusunda uyarılıyoruz. Daracık sokaklarda döne kıvrıla günlük yaşamındaki Portekizlileri izleyerek , kah fotoğraf çekerek kah sohbet ederek iniyoruz. Deniz seviyesine indiğimizde Sevgili Aslı ile Hakanın Alfama sokaklarındaki bir fırından aldıklar Mozaik pasta ile ara öğün yapıyoruz.


Sorarak FADO MÜZESİ'ni buluyoruz. 5 € olan giriş biletlerimizi alıp eşyalarımızı vestiyere bırakıp müzeyi dolaşıyoruz. Fado'nun tarihçesi, enstrümanları ( gitar + bizim uda benzeyen Portekiz Gitarı) bu enstrümanların yapılışını, ünlü fado sanatçılarının plaklarını, giysilerini, fado resmi yapan ressamların eserlerini izleyerek küçük bir amfide fado dinliyoruz.
Fado müzesinden çıktığımızda öğle yemeği saati gelmişti. Yemek işini Belem tarafına bırakıp müze görevlisinden öğrendiğimiz bir paralel caddedeki duraktan 728 nolu otobüse binip BELEM'e gidiyoruz. Kentin batı ucundaki Belem de öncelikle Jeronimos katedralini ziyaret ediyoruz. Vasco da Gama'nın uzak doğu seferlerinden kazandığı parayla yaptırdığı bu arada uzak doğu ülkelerinde ve diğer tropik bölgelerde gördüğü meyvelerin motiflerinin yer aldığı dev kapıyı izliyoruz. Yan kapıdan katedrale girdiğimizde sağ tarafta Vasco de Gama sol tarafta ise onun seyahatlerini kaleme alan şair dostunun mezarı ( lahitleri ) bulunuyor.




Pasteil Belem'i tatmayı yemek sonrasına bırakıp Tajo nehri kıyısına geçiyoruz. Yelken kulübünün restoranında uygun fiyatlı menüyü görünce hemen yerleşiyoruz. Balık menü ve biradan oluşan menümüzü ( 8.50 €) yerken bir yandan da dinleniyoruz.
Yemek sonrası geniş bir parkın içinden geçip Kaşifler anıtına ulaşıyoruz. Portekizli özgür ruhlu kaşif denizciler adına yapılmış anıt Tajo nehrine uzanan bir geminin burnu gibi.


Kaşifler anıtından 150 - 200 metre ileride bu özgür ruhlu kaşif denizcilerin Lizbon'u terk edip Okyanusa açılmadan önce son uğurlandıkları noktaya yapılmış Belem kulesi var. Tajo nehri yükselince etrafı sular ile çevrilen kuleye bir köprüyle geçiliyor. Biz de kağıttan yaptığımız yelkenlimize özgür gezgin ruhlarımızı yükleyip Tajo nejrine bırakıyoruz, yelkenlimiz okyanusa doğru ilerlerken biz de el sallıyoruz.


Şimdi yemek sonrası bir kahve içip Belem pastası yemenin zamanı. Geriye dönüp tekrar Jeronimos Katedraline doğru yürüyoruz. Katedralin yakınında ve ana cadde üzerindeki bu ünlü pastane biz öğle saatlerinde önünden geçerken tıklım tıklımdı. Kuyruk caddeye uzuyordu. Şimdi biraz rahatlamış, biz Hakanla Pasteils de Belem için sıra beklerken ekibin diğerleri masa kapmaya gittiler. Pasteils de Belem'in tanesi 1.05 €. Sıkı durun günde 30.000 tane satıyorlar. Günde 30.000 € sıcak para.. Turizm böyle bir şey.


Pasteils Belem ve kahve molasından sonra karşısındaki otobüs durağında 728 nolu otobüse binip Praça de Commercial Baxia'da iniyoruz. Ben dinlenmek ve uzanmak için hostelde kalıyorum ( belim iflas etti.) , diğerleri Amalia Rodriquez'in evi için Bairo Alto sokaklarına devam ediyorlar. Ama akşam öğreniyorum ki Bairo Alto'nun daracık inişli çıkışlı sokaklarında dolanıp sora sora güç bela evi bulduklarında tadilat nedeniyle kapalı olduğunu görüp hayal kırıklıkları ve yorgunlukları ile geri dönüyorlar.
Bu akşam Lizbon da son gecemiz. Yarın öğleye kadar alışveriş için serbest zaman sonra da metro ile hava limanına transfer..
03 - 06 Şubat 2013
Yazı: M.Cengiz TÜMER