31 Ağustos 2009 Pazartesi

SULUBOYA HATIRALAR YA DA PEMBE TRAMVAY

Ve günlerden bir gün; İzmir, son yılların en soğuk Şubat ortalamasını yaşarken, yine düştük yollara. Bu sefer Değirmendağı vardı rotamızda...


Evet, hava soğuk. Birkaç gündür esen deli bir poyraz, sabahın erken saatlerinde bıçak gibi kesmeye devam ediyor insanın nefesini. Göz yaşartıyor.


Ama her adımında sıcacık yaşanmışlıklarla dolu bir mahallenin daracık yollarını arşınladıkça, bu sokakların bizlere anlattıklarıyla doğru orantılı olarak güneşin de aydınlık yüzünü gösterdiğini, bu yüzden önce yün eldivenlerimizden, sonra berelerimizden ve en sonunda da boynumuzu saran kalın atkılarımızdan birer birer sıyrıldığımızı en baştan belirtmeliyim.


•••


Ben, mahallenin ne olduğunu bilerek büyüdüm. Sokaklarda top koşturdum, saklambaç kovalamaca kovboyculuk evcilik körebe birdirbir uzuneşek oynadım, düşüp dizimi kanattım, sol kolumu kırdım, yukarı mahallenin çocuklarıyla kavgalar yaptım, kafamı yardım, yürüyerek gidip geldiğim okullarda okudum, acıktığımda eve koşup bir dilim ekmekle karnımı doyurdum... Kısacası hayatı, önce mahalle içinde tanıdım.


Yaşları biz ve bizden önceki kuşaklara yakın olanlar, ister benim gibi bir kasabada, ister büyük bir kentte büyümüş olsunlar benzer deneyimler yaşamışlardır elbet... Peki ya bizden sonrakiler? Ya çocuklarımız?.. Onların da hayatı yakından tanımaları için belki elimizden geleni yapıyoruz. Ama daha çok alışveriş merkezlerinin steril ortamlarında, büyük marketlerin reyonlarında sosyalleşiyorlar; komşulara ya da büyük-annelere değil, kreşlere emanet ediliyorlar. Peki onlara "mahalle"nin gerçekte ne olduğunu nasıl anlatacağız?


“Kentler ilçelerden, ilçeler köyler ya da semtlerden, semtler mahallelerden, mahalleler ise sokaklardan oluşmuştur çocuğum” türünden son derece demografik ve didaktik bir yaklaşım yeterli olur mu sizce?


•••


Değirmendağı’nın denize doğru dimdik inen sokaklarında, hâlen dahi eski mahalle yaşamından izler buldukça açıldı ufkum ve sıyrıldım bu düşüncelerden. Çünkü eskisi kadar olmasa da Değirmendağı, benim bildiğim anlamda bir mahalleydi sonuçta. Ve bu mahalle, suluboya ile yapılmış bir resim gibi kaldı usumda...


Bayramyeri Saat Kulesi’nden Karataş sırtlarına kadar uzanan Değirmendağı, geçmiş günlerde çok kültürlü bir yapıya sahipmiş. Merkezinde Akarcalı Camii bulunan mahallenin üst kısımlarında 1903’den beri Tatar Türkleri yaşarmış. Karataş sahili ise çok daha eskiden ve boylu boyunca Yahudilerin yurduymuş. Tatarların ünlü Çiiböreklerinin kokusu, Yahudilerin sadece özel günlerde ve bayramlarda pişirdikleri milli yiyecekleri Boyoz’un çıtır çıtır lezzetine karışırmış. İhtimal bu ya; mahalle halkı hep birlikte İngiliz Bahçesi’nde toplanır, yemyeşil bir vadi boyunca uzanan çitlembik ve servi ağaçların gölgesine uzanır, kurdukları sofralarda işte bu özel lezzetleri birbirleriyle paylaşırlarmış. Çaylar ise mutlaka 95’in Kahvesi’nden ısmarlanırmış.


Bugün 95’in Kahvesi, yerli yerinde duruyor. Ama İngiliz Bahçesi bir hayli kırpılmış. Geriye, adını Zeki Müren’den alan orta halli bir park kalmış. Boyoz ise İzmir ile özdeş bir börek artık günümüzde…


Bu çok kültürlü yapı, 50’li yıllardan itibaren kırılmaya başlar. 1948’de İsrail devletinin kurulmasıyla birlikte Yahudilerin büyük bir bölümü, kendilerine tahsis edilen bir feribota binerek kafileler halinde ayrılırlar yurt bildikleri topraklardan, yurt olarak bilecekleri yeni topraklara ya da bilinmeze doğru... Rumlar ise çoktan göçmüşlerdir zaten, geriye anıları kalmıştır.


Yine de Karataş, bu kimliğini daha uzun yıllar korumasını bilir. Semtin geçmişine bugün de tanıklık eden Asansör, Dario Moreno Sokağı ve elbette Beth İsrael Sinagogu’nun her bir yapı taşında Yahudi izlerini görmek hâlen mümkündür... Ama bu izleri takip etmenin sanırım en çarpıcı örneği Karataş Hastanesi’nde aranmalıdır. Son derece çirkin, çividi mavi apartman katlarından oluşan yeni binaları kastetmiyorum elbette. Aynı bahçede yer alan eski binalara dair sözlerim...


1827 tarihli yapı, takip eden yıllarda yapılan yeni eklemelerle gelişip genişlemiş ve hem hastane, hem de bir tür düşkünler yurdu olarak kullanılmıştır. Hiç kuşkusuz hastanenin özel tarihindeki en önemli isim ise Baron Rothschild olmalıdır. Ataları gibi Yahudi Cemaati’nin önde gelen bu ismi 1874’den 1905’e kadar yaklaşık 30 yıl boyunca hastaneyi himayesi altına almış, koruyup kollamıştır. Belki de dünyanın en zengin ailesinden gelen Rothschild’ın ardılları, bildiğiniz gibi halen dahi dünya siyaset ve ekonomisinde önemli bir rol oynamaktadır. Aynı aileden başka bir Rothschild’ın (kimbilir, belki de aynı kişidir) ölümünden sonra Louvre Müzesi’ne bağışladığı (1935) özel koleksiyonunun paha biçilemez olduğunu da hatırlatalım.


Karataş’ta görülecek daha bir çok nokta var elbette. Değirmendağı’na doğru çıkan merdivenli sokağın hemen başındaki Cumhuriyet Eğitim Müzesi, bunlardan biri örneğin. 1995 yılında oluşturulan müze, Sakız tipi taş bir konaktan dönüştürülen eski bir okul binasında (Duatepe İlkokulu – Yenisi müzenin hemen karşısında) hizmet veriyor. Neredeyse 200 yıldır sularından şifa ve sağlık fışkıran Hoşgör Hamamı ile de komşudur bu müze…


Bir başkası ise İzmir’in köklü eğitim kurumlarından Kız Lisesi. 1911’de Fransız mimarlar tarafından yapılan bir binada genç kuşakları yetiştirmeye devam eden İzmir Kız Lisesi, Kurtuluş Savaşı sırasında Hellen Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi olarak kullanılmış. İşgale gelmiş bir devletin, önceliğini eğitime vermesi bence son derece ilginç bir detay… Rivayete göre 1902 yılında, sonradan okulun inşa edileceği alana düşen kara renkli bir göktaşı nedeniyle semte Karataş dendiği de başka bir ilginç detay...


1924 tarihli Türk Ocağı binasının da Konak’tan çok Karataş’a yakıştığını belirtmeliyim. Mimar Necmettin Emre imzasını taşıyan bu bina, Ulusal Mimarlık Akımı’nın İzmir’deki önemli örnekleri arasında sayılıyor. Uzun yıllar Halk Evi olarak kullanılan bina, insanların düşüncelerini yeşertip geliştirdiği için giderek korkulan kurumlara dönüşen Halk Evleri’nin kapatılması üzerine bir dönem âtıl kalmış, arkasından da Devlet Tiyatroları’na devredilmiş. 1954’den bugüne DT Konak Sahnesi burası...


Geldik benim için en anlamlı noktaya. 22 yıldır İzmir’in kültür ve sanat hayatına yön veren İKSEV (İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı), 20’nci yüzyılın başında Belçika Tramvay Şirketi adına yapılan, daha sonraları da ESHOT Umum Müdürlüğü ile Sayaç Atölyeleri’ne ev sahipliği yapmış bu binada yaşıyor. Yakın zamanda Nevvar ve Salih İşgören çifti tarafından aslına uygun olarak restore edilerek İzmir Büyükşehir Belediyesi’nce İKSEV’in kullanımına verilen bu taş binanın “ne anlamı varmış” demeyin lütfen! Anlamı, yapılış amacında…


İstanbul’dan çok değil 14 yıl sonra elektrikli tramvay hatlarına kavuşur İzmir. Tarih 1928’dir. Konak’tan Güzelyalı’ya kadar İzmir’e özgü bir şekilde “pembe” renkleriyle ve çın çın çınlayarak gidip gidip gelir bu yolda tramvaylar. Konak’tan Alsancak’a ise atlı tramvaylar çalışır. Tıpkı Karşıyaka’daki üç ayrı yöne koşan hat gibi: Soğukkuyu, Alaybey ve Bostanlı hatları…


İşte tüm bu pembe tramvayların bir zamanlar merkezi olan bina, bence derin anlamlar yüklü. Çünkü yakın tarihimizde her olumsuz olayın başlangıcı sayılan bir dönemde silinip çıktılar İzmir’in hayatından tramvaylar. 1954’de alınan bir kararla bir gecede seferden kaldırıldılar ve hatları sökülüp bir kenara atıldılar, sonra da pembe bir düş gibi unutuldular.


Çevreye duyarlıymış, usul usul kendi yolundan gidermiş, benzin mazot lastik istemezmiş… Ne gam!.. Onları nasıl olsa büyük ağabeyimiz, bedava fiyatına bize veriyor ya?!.


İşin ilginç yanı yaklaşan seçimler öncesi, mevcut belediyenin en önemli projesinin tramvaylar olması. Bir de Körfez’e yeni iskeleler düşünülüyormuş. Bunlardan biri de Karataş Lisesi’nin önüne yapılacakmış. Eskiden iskele olan aynı yere elbette...


•••


İzmir, geleceğini geçmişinde arıyor. Bence iyi de yapıyor. Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler bırakıp gitmiş de olsa bu toprakları, bir şekilde hâlâ onlardan bize miras kalan izler yaşıyor, yaşatılıyor.


Bu yüzden en kısa zamanda Eylül Ada’yla birlikte bir daha dolaşmalıyım bu yolları. Pembe tramvayları anlatmalıyım ona. Ve göstermeliyim hemen; suluboya tadındaki mahallelerin daracık sokaklarında “oyun” oynayan çocukları…

– Mart 2009

27 Ağustos 2009 Perşembe

MASAL KENTLER

Bunu şimdi ben mi düşündüm, yoksa bir yerlerde okuyup aklımda kalmış bir detay mı bilmiyorum?!. Tek bildiğim; medya çağının bu denli tüm genlerimize kadar işlemediği yıllarda, radyoların evlerin baş köşelerinde durduğu, insanların Ajansları takip ettiği, Arkası Yarınları iple çektiği, ve bunlardan arta kalan asri zamanlarda birbirleriyle konuştuğu, sohbet ettiği, tanıştığı, bazen de kısa, orta ve uzun dalgalarda gezinip yabancı bir ses aradığı o masum radyo yıllarında, ara sıra ben de içindeki seslerin cızırtıyla birbirine karıştığı o büyülü kutunun başına geçer ve düğmesini zorla da olsa çevirdiğimde “çıt” diye bir sesle beni karşılayan, ancak tam olarak açılması ya da ısınması için kendisine bir süre zaman tanınması gereken Aga marka radyomuzun kanallarında parmaklarımı gezdirirdim. En çok yabancı kentlerin isimlerinin sanki bir notalar düzeninde sıralandığı orta dalga ilgimi çeker ve tek tek bu isimleri heceleyerek okurdum: Moskova, Atina, Kiev, Prag… Günün birinde, bu uzak kentlere gitmeyi hayal eder, bazen de hayal ile gerçeği birbirine karıştıran çocuk aklımla hemen bir masal uydurur ve kendimi bir anda bu büyülü masal kentlerden birinde yaşarken bulurdum.

Şimdi o yıllar çok gerilerde kaldı. Evlerin artık en geniş, en göz alıcı duvarlarını LCD veya plazma televizyonlar süslüyor. Çok katlı müzik setlerinin bir katında mutlaka bir radyo bulunsa da kısa, orta ve uzun dalgalarda parmaklarını gezdirip hayal kuramıyor çocuklar. Çünkü radyolar da değişti, onlar artık birer dijital. Zaten FM bandındaki yüzlerce radyo istasyonunun DJ’lerinin Amerikan ve Arap aksanlı Türkçeleri, yeteri kadar yabancılaşma sağlıyor onlara... Aga marka lambalı radyolar ise kimi evlerde nostaljik birer imge sadece…


•••


Uçağımız Prag’a doğru alçalırken bunları düşünüyordum zihnimde. Çocukken hayallerime karışan, bir masal kahramanı gibi beni etkileyip kucaklayan o büyülü Prag, aşağıda tam da hayal ettiğim gibi duruyordu işte… Kuleleri, köprüleri, sivri çatılı evleri, şatoları, parkları ve o anda henüz ne olduğunu tam olarak çözemediğim uçsuz bucaksız uzanan sapsarı çiçek tarlalarıyla birlikte…


•••


Bir varmış, çok yokmuş… Bir zamanlar, Avrupa’nın tam ortasında Bohemya adında bir krallık varmış. 6'ncı asırda efsanevi Prenses Libuse ve Prens Premysl'in kurduğu bu krallıkta Çekler yaşarmış. Gün gelmiş krallık gelişmiş, büyümüş. Prag ismini verdikleri bu kent üzerinde yükselmiş. Yıllar geçmiş, asırlar ardı adına devrilmiş ve ülkenin başına o güne kadar görülmedik meziyetlere sahip bir kral geçmiş. Bu kral, ülkesini kalkındırıp insanlarını mutlu kılmakla kalmamış, imar faaliyetleriyle Prag’ı sıradan bir kent olmaktan kurtarıp bir metropol haline getirmiş. Yeni binalar, saraylar, köprüler, kiliseler yaptırmış, yollar açtırmış. Meydanları ve parkları ise unutmamış. Kentin en yüksek tepesinde bulunan kalenin eteklerinden, aşağıda akan Vltava nehrine doğru genişleyen, genişlemekle kalmayıp nehrin öte yakasına da geçen bu kesime, Praglılar yeni kent anlamına gelen Nove Mesto demişler. Tarih henüz 1300’lü yıllar yani 14’üncü asırmış. Ve inanın, o gün bugündür kent hiç değişmemiş. Kralın çizdiği yollar korunmuş, evler onarılmış, meydanlar sahiplenilmiş, parkların çiçekleri hiç eksilmemiş. Aynı imar planıyla bugünlere kadar gelinmiş. Bu mucizeyi başlatan kralımızın adı Batılılara göre Charles, Doğululara göre Karl, kendi insanlarına göre ise Karel’miş…


Kralın ölümünden sonra, uzun bir dönem Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nun egemenliğinde kalan Bohemya, yine de durmamış, gelişmiş. Özellikle cam işçiliğinde ve optik sanayinde tüm dünyada haklı bir ün kazanmış. Ve ilk dünya savaşından sonra da sessiz sedasız bağımsızlığını ilan etmiş.


Çekler, coğrafyalarından kaynaklanan etkiyle biraz soğuk görünseler de bu dönemde mutlu mutlu yaşamaya devam etmişler. Nefis biralar yapıp içmişler. Kanlarını ısıtan likörler keşfetmişler. Ama bu keyifli günler, sonraki dünya savaşında bir anda sona ermiş. İkinci savaşta sadece iki bomba düşen ve neredeyse hiç yara almadan kurtulan kent, bir anda kendini komşusu Slovaklarla aynı evi paylaşmak zorunda kalırken bulmuş. Çekoslovakya adıyla 1948’den 1993'e kadar tam 45 yıl…


Doğu bloğunda, yüzü Batıya en fazla dönük olduğu için onlarca yıl KGB ile CIA ajanlarınca sokaklarında kovalamaca oynanan; 68’de tüm dünyayı etkileyecek olayların yaşanıp Rus tanklarının zorunlu geçit törenine sahne olan ve 89’da duvarın yıkılmasından sonra oyun yazarı Vaclav Havel’in önderliğindeki Kadife Devrim ile tekrar gerçek kimliğine bürünerek, bu kimliğini 1918’deki ilk bağımsızlığının tersine coşkuyla ve milyonların katılımıyla kutlayan ve birkaç yıl içinde de Slovak komşularından dostça ayrılan Çekler, günümüzde AB üyesi olmanın avantajlarını çoktan yaşamaya başlamışlar. Çünkü Sosyalist dönemin mirası kültürel birikime para da eklenmiş. Atalarından gelen tarih bilinci ve insana değer, şimdilerde bir adım daha öne çıkmış. Tüm kent onarım altına alınmış.


Sadece Prag içine değil, kent dışına da yatırım gelmiş. Yeni merkezler kurulmuş, eskimiş sanayi yeni teknolojilerle güncellenmiş. Ve sonuçta bambaşka bir güzelliğe kavuşulmuş. Nasıl demeli, sanki bir oyuncak şehir ya da masal kent!


•••


2008’in Mayıs ayında Prag’dayız. Görüyoruz ki, adını aldığı toprakların özü yaşıyor sokaklarında. Geçmişi bir çırpıda silip atmak kolay değil, bohem hayat devam ediyor Prag’da. Zaten böylesi daha anlamlı olmalı. Biraz kapalı, biraz karanlık, esrarlı ve soğuk… Ama binaların kararmış duvarlarına dokununca, içindeki canlılığı teklifsizce sunmasını da iyi biliyor bu kent.


Son derece gelişmiş bir ulaşım ağına sahip Prag. Yeterli bir metrosu var. Tramvaylar ise kentin her köşesini dolaşıyor. Ama kenti tanımak için en iyi yol, elbette ki yürümek… Zaten çoğu alan, araç trafiğine kapalı.

Biz de öyle yaptık ve Aziz Vitrüs Katedrali ile Başkanlık Sarayı’nın da içinde yer aldığı Kale’den, Vltava’ya doğru yürümeye başladık. Bizi Nove ve Stare Mesto’ya ulaştıracak köprüye geldiğimizde kristalize bir şekilde hafif hafif incitmeden yağan yağmur da durmuş ve güneş sıcak yüzünü göstermişti. Biz de keyfe köprü kurduk.

Efsane kralımızın adını taşıyan köprü; turistlerin ve yöre halkının uğrak yeri gibi. Hediyelik eşya satanlar, kuklacılar, müzisyenler, ressamlar ve onların alıcılarıyla dolup taşıyor. Kralın baş mimari Peter Parler tarafından yapılan köprü, aslında şövalye turnuvaları için işlevsel bir yapı oluşturma amacı ile tasarlanmış ve o dönemde süsleme olarak üzerinde tek bir hac varmış. Fakat daha sonraları Vatikan’ın baskısıyla 1600’lü yıllarda 30 adet heykel yerleştirilmiş.


Günümüzde köprü üzerinde bulunan heykellerin çoğunun kopya olduğu, orijinallerinin müzelerde saklandığı bilinse de kime ne!.. Rehber kitapların yazdığı kadarıyla köprünün 75 heykeli var ve hepsi birbirinden güzel… Bunlardan en ilginç olanı ise kesinlikle Rahip John Nepomuk’a ait olanı...


Son derece şüpheci ve kıskanç bir adam olan Kral Wenceslas’ın rahiplerinden Nepomuk’a bir gün güzeller güzeli Kraliçe günah çıkarmak üzere gelmiş. Bunu duyan Wenceslas, karısının yaptığı kaçamaklar konusunda itiraflarda bulunduğundan emin bir halde rahibi huzuruna çağırmış ve derhal kendisine söylenenleri anlatmasını istemiş. Rahip ise Tanrı huzurunda verdiği sözü bozamayacağını ve bu konuda tek bir kelime bile etmeyeceğini söylemiş. Bunun üzerine sinirlenen Wenceslas, rahibi Vltava nehrinden aşağı attırmış. Ve tam rahibin nehre atıldığı yerde bir hale oluşmuş. Nepomuk yıllar sonra azizlik mertebesine yükselmiş ve köprünün tam ortasına heykeli dikilmiş…

Bugün heykel üzerinde bulunan halenin, o olayı hatırlatmak için olduğu söyleniyor. Doğru mudur bilinmez ama bizden söylemesi, eğer dilek tutup hac ya da haleye dokunursanız dileğiniz gerçek olurmuş...

Bunun bir turizm hilesi olduğunu bile bile, dokunulmaktan aşınarak gün ışığında ışıl ışıl parlayan hacla haleye biz de izimizi bıraktık. Prag’da, daha ne gibi turistik buluşlarla karşılaşacağımızı bilmeden, karşı yakaya Stare Mesto’ya vardık.

Stare Mesto’da arnavut kaldırımlı, kesme taşlı, daracık sokaklar küçük meydanları birbirine bağlıyor. Kahve ve birahaneler ardı ardına sıralanıyor. İnsanlar, sudan daha ucuz olduğu için su gibi bira içiyor. Zaten Çekler birayı “sıvı ekmek” olarak adlandırıyor. Sosyalist dönemin etkisiyle günümüzde halkının yüzde ellisi Ateist olan ülkenin gotik kiliseleri ise turistler dışındaki Katolik konuklarını boşuna bekliyor.

Stare Mesto’da ilk ulaştığımız meydan, ünlü Astronomik Saat Kulesi’nin de bulunduğu Saat Meydanı. Bitişik nizam binalarla çevrili bu geniş alanın bir köşesinde, som altından Meryem kabartmasıyla göz kamaştıran Tyn Kilisesi yükseliyor. Tam karşısında ise Saat Kulesi. Her saat başı kulenin önünde yüzlerce “aptal sürüsü” yani turist toplanıyor. Çanların çalmasıyla birlikte kulenin iki penceresi açılıyor ve bir takım kuklalar arz-ı endam ediyor.

Evet, güzel gösteri. Ama basit bir turistik buluştan öte değil. Toplanan kalabalığa neşeli naralar attıracak cinsten hiç değil. Tıpkı Başkanlık Sarayı’nda her saat başı yaşanan nöbet değişimi gibi…


Saat Meydanı’nın köşesindeki kemerli dar sokak, kısa bir yürüyüşle Nove Mesto’daki Vaclavske Meydanı’na açılıyor. 750 metre uzunluğu, 60 metre genişliği ile bir meydandan çok Paris bulvarlarını hatırlatan, kültürel ve sosyal yaşamın merkezi sayılan bu meydan 1348 (!) yılında yeni şehir kurulduğunda at pazarı olarak planlanmış. 1680 yılında Aziz Vaclavske'nin heykeli meydana dikilmiş. Meydanın bitiş noktası sayılan 100 metre genişliğindeki cephesiyle son derece ihtişamlı bir yapı olan Ulusal Müze ile birlikte bu geniş alan 19 ve 20’nci asırda pek çok önemli olaya tanıklık etmiş. 68 Baharı, buradan yeşermiş.

Son olarak yüz binlerce Çek, 1989’da Kadife Devrim ile birlikte bağımsızlıklarını Vaclavske Meydanı’ndan dünyaya duyurmuşlar.


•••


Prag seyahatimizdeki ikinci durağımız Kutna Hora’ya doğru yol alıyoruz. Hava yağmurlu, iyi yağıyor. Yaklaşık bir saatlik yolculuk sonrası kente varıyoruz.


UNESCO’nun “Dünya Mirası” listesindeki Kutna Hora, gümüş madenleri sayesinde Ortaçağ’da bölgenin en zengin merkezi olmuş ve bir ara Prag yerine başkent olması bile gündeme gelmiş. Ancak 17’nci asırda gümüşün tükenmesiyle önemini kaybetmeye başlamış ve klasik bir maden kasabası hikayesi ortaya çıkmış. Yani terkedilmiş.


Bu terk ediliş ise günümüzde Çek Cumhuriyeti’nin önemli bir turizm merkezi daha kazanmasını sağlamış. Çünkü Kutna Hora olduğu gibi korunmuş, bırakıldığı gibi kalmış.


Hava şartları nedeniyle pek tanıyamadığımız, içine giremediğimiz, sadece biz fanilere hayatın geçiciliğini hatırlatmak amacıyla, tamamen insan kemikleriyle dekore edilmiş Kemikli Kilise ile madencilerin kendi olanaklarıyla inşa ettikleri, sirk çadırlarını anımsatan kubbesiyle ilginç bir mimari bütünlüğe sahip Aziz Barbara Kilisesi’ni ziyaret etmekle yetindiğimiz Kutna Hora’nın hakkını veremeden ayrılıyoruz bu kentten. Bizi bir başka masal kentin beklediğini ise henüz bilmeden!


•••


Prag’dan yaklaşık üç saat süren harika bir yolculukla ormanların içinden geçerek ulaşacağımız Karlovy Vary yolundayız.


Çek Cumhuriyeti son derece geniş düzlüklere sahip bir ülke. Fazla yükseltisi yok. Yol boyu uçsuz bucaksız tarlalar uzanıyor sağlı sollu. Tarlaların bittiği yerde ise ormanlar başlıyor.


Bu arada uçakta gelirken gördüğümüz sapsarı çiçek tarlalarının, bio-dizel yapımında kullanılmak üzere ekilen kanola bitkisine ait olduğunu öğreniyoruz. İlginçtir, koskoca ülkede kanola, arpa ve şerbetçiotundan başka bir şey ekilmiyor. Oysa iklim son derece uygun.


Atatürk dahil olmak üzere, bir çok devlet adamının şifalı suları için geldiği Karlovy Vary’i anlatmak çok güç, çünkü muhteşem bir yer. İnsana huzur veren bir güzelliği ve doğası var. Bugün hepsi birer butik otel olan bakımlı binaları, yemyeşil parkları, kristalleri ve Becherovka likörü ile de ünlü kentte sıcaklıkları 30-70 derece arasında değişen on iki termal kaynak bulunuyor.


Berbat Çek mutfağından bıktıysanız, buradaki Ristorante Pizzeria Capri isimli İtalyan lokantasında karnınızı doyurmanızı öneririm. Pizza ve makarnaları harika. Elbette bölgenin yerel birası Krusovice de var. Kosovalı Arnavut garsonları ise hem cana çok yakın, hem de Türkçe biliyor.


İçinden küçük bir derenin de aktığı vadinin iki yamacına kurulan Karlovy Vary, gerçek bir oyuncak şehir olarak anılarımızdaki yerini alıyor.


•••


Bugün, Çek Cumhuriyeti’nden Avusturya’ya geçeceğiz. Avusturya, kişisel gezi tarihimde vizesiz pasaportsuz girdiğim Vatikan ve Kıbrıs’ı da sayarsak 7’nci* Avrupa ülkesi olacak. Viyana ise gezip gördüğüm ya da iyi kötü bildiğim 13’ncü** kent…


Açık söylemek gerekirse, Alman dilinin konuşulduğu ülkeleri pek merak etmem ben. Ama Viyana’nın, Paris’ten sonra Avrupa’nın en önemli kültür başkentlerinden biri olduğu gerçeğini de kabul ederim. İyi ki de kabul etmiş ve Viyana’ya gelmişim.


Viyana, Prag’dan sonra gidilebilecek en doğru rota. Prag’ın içine kapanmışlığı ve mistik havasından sonra insana iyi geliyor. Çünkü çok canlı, hayat dolu, hareketli bir kent Viyana. Bir imparatorluk başkenti.


İlk durağımız, Barcelona’da okuyup uzun yıllar orada yaşadığı için ister istemez Gaudi’nin izini süren Mimar Hundertwasser’in imzasını taşıyan Kunst Haus Wien. Dalgalı zemin yapısını hissetmek için çıplak ayakla gezmeniz gereken bu muhteşem yapı, rengarenk katmanlardan oluşuyor. Son derece sevimli bir şekilde gözleri okşayan bu sivil mimari örneğini gördükten sonra bir kez daha anlıyoruz ki, biz hemen Barcelona’ya da gitmeliyiz!..


Viyana kuşatması sırasında Osmanlı tabyalarının amansız bir şekilde dövdüğü yerde, günümüzde Yazlık Saray olarak adlandırılan ve Versailles’in küçük kardeşi sayılan Schönbrunn bulunuyor. Eskiden kralın av köşklerinin yer aldığı bu geniş alanda, Osmanlı, köşkleri yakıp yıktığı için yerine yapılmış bu saray. Zamansızlıktan sadece bahçelerini gezmekle yetindiğimiz Schönbrunn, sanırım Versailles ile yarışacak zariflikte…


Kışlık Saray olarak adlandırılan Hoffburg, Opera Binası, Belediye Sarayı, Viyana Üniversitesi, Doğa ve Bilim Tarihi Müzesi, Atina’da okumuş bir mimarın elinden çıktığı son derece belli olan Parlamento Sarayı ve adım başı kiliseler, galeriler, müzeler… Biz, bu Viyana’yı şimdiden sevdik.


Viyana’nın kalbi, Stephansdom’da atıyor. Bir benzeri Floransa’daki Duomo olan, Paris’teki Notre Dame ve Prag’daki Aziz Vitrüs ile koşut benzerlikler gösteren, Milano ve Köln’de yine benzer mimariye sahip örnekleri olduğunu bildiğim bu katedral ve bulunduğu alan, Viyanalıların buluşma noktası gibi. Canlı heykeller, geleneksel kostümleriyle operayı tanıtıp gösteri bileti satanlar, faytonlar ve sıra sıra kahveleriyle son derece renkli kareler kaldı usumda bu alandan.


Üstelik dev boyutlardaki şnitzelleriyle ünlü tarihi Figlmüller ile nefis ıstakoz, kalamar ve karides çeşitleriyle midelerimizi bayram ettiren North Sea’nin Stephansdom yakınlarında bulunması da bu renkli karelerin usumda yer almasında sanırım büyük bir etken!..


•••


Lady Travel tarafından organize edilen bu seyahatin çok iyi düzenlendiğini ve yoğun bir programla dolu dolu geçtiğini söylememe artık gerek yok sanırım. Çeklerin güler yüzlü havayolu şirketi Travel Service de hiç üzmedi bizi. Keyifsiz olan tek şey ise Prag’da konakladığımız Corinthia Panorama Hotel’in ilginç asansör sisteminden kaynaklı uzun bekleyişlerdir. Ama asansörler sayesinde merdivenleri keşfetmek zorunda kalmamız da içtiğimiz biraları eritmek anlamına gelir ki, bu da sonuçta iyi bir şey!..


Ama bu seyahatten bu denli keyif almamızın asıl nedeni ise meslek hayatında 29 yılı geride bırakmış rehberimiz Behiç Bey’dir.


Açık söylemek gerekirse; biz, rehberli turları pek sevmiyoruz. Seyahat tarihinden önce gideceğimiz ülkeye, kente dair kitaplar okumayı, notlar çıkarmayı, gittikten sonra da elimizde kitaplar ve haritalarla o ülke ya da kenti kendimiz keşfetmeyi, kuytu lokantalarında karın doyurmayı, yerel kültür ile alışveriş içinde bulunmayı, halkıyla bir şekilde iletişim kurmayı, bakkalına girip çıkmayı, parklarında oturmayı, mutfağını tanımayı, müzelerinde dolaşmayı, kısacası o ülke ya da kenti tüm renkleriyle yaşamayı ve mümkünse bu renklerin içinde kaybolmayı başarmayı tercih ediyoruz.


Tur aracılığıyla seyahat etmemizin tek nedeni ise biraz dil özürlü olmamız. Yani turla gidip münferit dolaşmayı seviyoruz. Bugüne kadar katıldığımız tüm turlarda, aşağı yukarı gezimiz bu şekilde yaşanmıştır. Ama bundan sonra katılacağımız turların nasıl gelişeceğine kesinlikle Behiç Bey karar verecek.


Bilirsiniz bilgili olmakla zarif ya da saygılı olmak, çok hassas bir denge. Çünkü insan bildiklerini anlatırken bazen bir anda “bilgiç” durumuna düşebilir. Oysa Behiç Bey, hem anlattıkları keyifle dinlenen ve bu yüzden de verdiği bilgileri karşısındakinin kalıcı olarak almasını sağlayan, hem de son derece zarif bir beyefendiydi. Zamanın doğru kullanılması, gecikmelerin önüne geçilmesi hakkındaki uyarılarını dahi nezaketle aktaran bu insan, açık söylemek gerekirse daha gezinin ikinci gününde sahte bir memleket hasreti çekerek “bizi kebapçıya götür” diyen, anlamsız bir korkuyla salamdan dahi uzak duran, kısacası sıradan insanlar topluluğu olan biz “aptal sürüsüne” kesinlikle bu aptallığımızı hiç yüzümüze vurmadan, nezaket ve saygıyla davrandı. Vedalaşırken büyüklerinin ellerini öpecek kadar zarif olan Behiç Bey’i biz de bir dost olarak Prag’da bıraktık. Seyahatimiz boyunca, yanımda getirdiğim kitapların kapağını dahi açmama fırsat vermeyen, çünkü uzak ve yakın tarihi, güncel ve siyasal olayları, coğrafyayı, yerel mutfağı, kısacası hayata dair tüm renkleri bizlere keyifle anlatan Behiç Bey’e bir kez daha teşekkürler…


•••


Tam dört gece dört gün süren bu uzun masalın kıssadan hissesi:


Biz, Orta Avrupa’yı sevdik. Prag’dan etkilendik. Ama Viyana dışında kötü beslensek de her iki ülkede de kocaman bardaklarda nefis biralar içtik. Viyana’ya tekrar gelmeye ve en azından yılda bir ay da olsa Karlovy Vary’de yaşamaya kesinlikle karar verdik.


* Fransa, Yunanistan, İtalya, Vatikan, Kıbrıs, Çek Cumhuriyeti, Avusturya

** Paris, Versailles, Rodos, Venedik, Floransa, Roma, Vatikan, Lefkoşe, Girne, Prag, Kutna Hora, Karlovy Vary, Viyana


– Mayıs 2008

22 Ağustos 2009 Cumartesi

İNECİK...BİR GÜZELLİK, BİR İNCELİK...

KARABURUN - KAYNARPINAR YAZISI: “İNECİK… BİR GÜZELLİK, BİR İNCELİK…” Türkiye > İzmir

Binrota’da yaşanan
ve giderek ma-aile genişleyen
saf, katıksız, teklifsiz
dostluklara (*)

Dördü çocuk, tam on yedi kişiydiler. Bir bahar günü misafirim olup beni şenlendirdiler.

İçlerinden biri dünyayı dolaşmıştı. Ama gel gör ki, gezip gördüğü yerleri ve keşfettiği hazineleri bazen birbirine karıştırırdı. Aşağı mahallem Kaynarpınar’da, ulu çınarımın altında oturup da eline demli çayını alana kadar, birkaç yıl önce de beni ziyarete geldiğini hatırlayamadı. Oysa daha yoldayken, Mordoğan’ı yeni geçmişlerken, hissetmiştim onun pozitif enerjisiyle bana doğru tekrar geldiğini… Neyse ki ince belli çayından aldığı ikinci yudumunda, beni birden hatırladı da rahatladım.
Diğer üçü buralıydı. On yıldır yaz-kış demeden gelip koynuma sığınırlardı. Geçen yaz Görsel Sanatlar Günleri adı altında bir şenlik düzenlenmiş, küçük meydanım ve doğal taş sokaklarım duyarlı insanlarla dolup taşmıştı. Kahvemdeki saydam gösterisi ile meydanımdaki klasik müziğin ezgileri hâlen dahi aklımdadır. Komşu köylerim nasıl da kıskanmıştı?!. Tıpkı meydanımın bir köşesinde yer alan Etnografya Müzem gibi… İşte bu aile ki, şenliğimin kurucusudur.
Diğerlerini ise ilk kez görüyordum. Anladığım kadarıyla İzmir ve İstanbul’dan kopup gelmişlerdi çoluk çocuk. Konuşmalarına, bakışlarına ve tavırlarına bakılırsa çok eski dostlardı. Oysa daha sabah tanışmışlar ve hemencecik kaynaşmışlar!.. Şaşılacak durum. Ne diyeyim? Ben böyle yürekli insanları bir güzel seveyim.
Aslında bu neşeli grubu görünce şenliğim başladı sandım birden. Ama ressam, mimar ve antropologun evlerini kapalı bulunca yanıldığımı anladım hemen. Neyse, üç ay sayılı gündür çabuk geçer. Heyecanlanmak için henüz erken…
Misafirlerim o gece Doktor Bey’in evinde geç saatlere kadar eğlendiler. Toprağımda beslenmiş körpecik enginarlara, denizimden çıkmış börülcelere, yine benim zeytinyağımda terbiye edilmiş ama daha öncesinde de güneşimde kurutulmuş domateslere rakılarını ve şaraplarını afiyetle katık ettiler. Bazı geceler Norah Jones’un büyülü sesinin yükseldiği, –ki itiraf etmeliyim bu ses benim de pek hoşuma gider– o evde sımsıcak sohbetlere daldılar; insanın burada ömrü uzar dediler, sunduğum manzaranın tadına doyamadılar, doğama hayran kaldılar, kuşlarımın şarkılarına bayıldılar, sonra bağlarım, bostanlarım, çamlarım ve zeytinliklerim arasında çoluk çocuk kaybolup düşler âleminde uzun uzun yolculuklara çıktılar. Ve bu yüzdendir ki, gecenin ayazını hiç mi hiç duymadılar…
Oysa soğuğum da meşhurdur, çünkü kuzeyli rüzgarlarım çoktur benim. Sıcak yaz günlerinde dahi tatlı tatlı eser ve hem sakinlerimi, hem de misafirlerimi bir güzel ferahlatır, serinletirim. Bu yüzden siz, siz olun; bahar gelmiş de olsa, gelinciklerim, papatyalarım ve katırtırnaklarımın renk renk açtığına, güneşin altında sere serpe uzandığına aldanmayın; hangi mevsim olursa olsun, bana gelirken üzerinize fazladan bir şeyler alın derim…
Ertesi gün olduğunda misafirlerimi meydanımda, taş kahvemin avlusunda buldum yeniden. Güle oynaya onlarla birlikte dolaştım, daracık sokaklarımı arşınladım, hatta sakinlerimden birinin evinde teklifsizce soluklandım. Sonra bir kuşkanadı uzağımda bulunan Kösedere’ye doğru onları sevgiyle uğurladım.
Kösedere’den sonra Amberseki’ye, oradan Saip’e, Saip’ten Haseki’ye, hatta aysız gecelerde uzaktan hıçkırıklarını duyduğum, mübadelede terk edilip terk edilmişliğiyle bir başına kalmış Sazak’a ve nihayet Karaburun’a kadar onlarla birlikte oldum. Akşama doğru misafirlerimin bir kısmıyla denize bile açıldım. Gece fasl-ı şahanelerine katıldım. Sabah ise çocuklarla birlikte denizimin serin sularına daldım, çıktım
Peki, tüm bu olup bitenleri nereden mi biliyorum? Elbette, Doktor Bey’in verandasına yuva kurdurup ellerimle beslediğim serçelerimden!
Mayıs 2009
" EYLÜLADA"
Oğuz UÇAK

BAŞLARKEN

BAŞLARKEN,

…Oysa ne güzel başlamıştı her şey ve ne kadar güzel gidiyordu. İnsanlar gezdikleri gördükleri yerleri paylaşıyor, ortak zevkler, beğeniler ve hazlar yeni dostluklar yaratıyor, bu dostluklar içinde insanlar yazdıkları ile, okudukları ile, yorumları ile hem kendilerini hem de diğer dostlarını geliştiriyorlardı. Eline kalem almamış dostlarını yazma konusunda yüreklendiriyorlardı.

Bu dostluklarını somut alanlara taşıyorlar, buluşmalar, projeler oluşturuyorlardı. Ve bu dostluk 1 - 3 Mayıs 2009 da da Karaburun’da İnecik’te zirve yapıyordu.

Ne olduysa ondan sonra oldu. Sevgili Oğuz UÇAK “ EYLÜLADA” nın o duygusal ve gezi edebiyatında örnek olacak yazısı yayınlandıktan sonra oldu.

Hoyrat bir rüzgar esti güzelliklerin inceliklerin üzerine. Ve o güzel insanlar kalemlerini kırıp gittiler. Boyunlarını bükmeden onurluca. Daha dün bir bugün iki terk edilen bahçeyi varoşların ayrık otları ve umumhane sokağının sarmaşıkları sardı. Zebercet adlı bir baykuş ötmekte yıkıntılar üzerinde. Bir leş kargası gaklamakta.
Heyhat, Hoyrat bir rüzgar esti güzelliklerin ve inceliklerin üzerine. Ve o güzel insanlar kalemlerini kırıp gittiler.

Oysa bugünlerin işaretleri çok önceden vardı ama biz yakıştıramıyorduk.

“…Ve o güzel insanlar kendilerine yeni mecralar aradılar. Sevgili Fetile ve Çitlenbik’in sitesi GEZDİKÇE’ye konuk oldular ve çok sıcak karşılandılar. ‘ GEZİYORUMLARI’ sitesine konuk oldular, orada yazdılar. Ama olmadı, o sıcaklığı, o elektriği bulamadılar. Kendilerini ‘ Yaban ‘ hissettiler

Şimdi yeni bir platform oluşturuyoruz. ‘ Rotasız ‘ların değil, Rotası sevgiden, dostluktan, hoşgörüden, çıkarsız ilişkilerden, gerçek anlamda paylaşımlardan, Türkçe’mizin güzel kullanımından geçen, yazdıkları ile ve yorumları ile hem kendini hem de dostlarını geliştirecek gerçek “ Bin Rotalıların “ buluşacağı bir platform.
Geçen bir yılın kötü anılarını bırakıp işe yeniden güzelliklerle başlayalım istiyorum. Ve “BİNROTA” ya son noktayı koyduğumuz Sevgili Oğuz’un o güzel yazısı ile “ GEZELİMYAZALİM” a ilk başlangıcı yapalım.

HOŞGELDİNİZ, SEFALAR GETİRDİNİZ..
M.Cengiz TÜMER
22 Ağustos 2009