22 Eylül 2023 Cuma

TOROSLARIN KALBİNDE...

 

TOROSLARIN KALBİNDE…

Torosların kalbindeyiz… Etrafımız sedir ormanları, dağlar tepeler, kanyonlar ile çevrili. Gembos ova/yaylasının ortasındayız. Burası 1,5 – 2 km genişliğinde 10 km uzunluğunda adam diksen adam çıkacak bir ova/yayla. Yol kenarında çilek satıcıları. Eskilerin dediğine göre kış mevsimi sonunda karlar eriyince burası bir minare yüksekliğinde su ile dolar göle dönermiş, yaz başında da Gembos’un çıkışındaki bir düden açılır ve bütün suyu yeraltı nehirlerine boşaltırmış. Köylüde bu verimli toprakları eker ve en hızlı hasadı yaparmış.

Torosların kalbi gibi gezi yazısına da tam ortadan başladım. Başa dönelim. Ülkemizin Sulak Alanlarını Fotoğraflama Projesi kapsamında Beyşehir Gölü Sulak alanını fotoğraflamak amacıyla çıkmıştık yola. Ama bu kadar yolu bir tek Beyşehir Gölü için gelmek hem ekonomik anlamda hem de yoruculuk anlamında çok mantıklı değildi. Ben de yanına daha önce belgesellerde izlediğim “Düğmeli Evler” ve Mağaraları ilave ettim.

Bir Perşembe sabahı İzmir’den yola çıktık, Akşehir’de mola verip Nasreddin Hocamızı selamladık, Büşra’da etli ekmek ve bamya çorbası ile öğle yemeğimizi yiyip Hıdırlık tepesinde de az şekerli kahvemizi için yola devam ettik. Doğanhisar, Hüyük üzerinden rotamızı çizmiştik ama yol çalışması nedeniyle navigasyon bizi köy yoluna sokunca Akşehir’den Doğanhisar’a kadar bütün köylerin içinden geçerek akşamüstü saatlerinde Beyşehir’e vardık.

Selçuklu Üniversitesinin göl kenarındaki Anamas Konukevine yerleşip biraz dinlendikten sonra gün batımını seyretmek ve serin Beyşehir akşamında kenti keşfedip akşam yemeği yemek için şehir merkezine indik.

Sabah sulak alanlar fotoğraf çalışması için gün doğumunda navigasyonun gösterdiği Beyşehir Gölü Tabiat Parkına doğru yola çıktım. Vardığım noktada Tabiat Parkı yerine kapısı zincirli bir Gençlik kampı buldum. Göl kıyısına ulaşmak için kam duvarının yanındaki toprak yoldan köpekler eşliğinde göle ulaştım. Gün doğumunda Anamas Dağının ve olabildiği kadar Beyşehir gölü ve kıyısının fotoğrafını çektim. Benim için tam bir hayal kırıklığıydı. Otele döndüm bizim ekibi alıp şehir merkezine yakın göl kenarındaki parklardan birinde kahvaltımızı yaptık.


Kahvaltı sonrası şehir merkezinin 10 km dışında Çiftlik mahallesindeki Nilüfer Bahçesine gittik. Beyşehir/Huğlu’lu dostum Aziz Şanlı’nın ismini verdiği İbrahim Erdoğan'ı buldum tekne turu için. Diğer balıkçıların gölden tutup getirdiği sazan balıklarını tartıp kooperatif adına teslim aldıktan sonra yarım saat sürecek nilüfer bahçesi ve göl turuna çıktık. Bu arada Türkiye’nin en büyük nilüfer tarla/ bahçesi olduğunu öğreniyoruz İbrahim Kaptan’dan. Yaklaşık 50 m genişliğinde ve 7 km uzunluğunda bir nilüfer bahçesi… Gerek nilüfer bahçesi gerek göl turundan fotoğraf projesi için verimli fotoğraflar çektikten sonra İbrahim Kaptan’a teşekkür edip şehir merkezine dönüyoruz.

https://youtu.be/I6tkN1qtemk?si=Lm4YWsQGNSojwQSb 

Beyşehir Gölü Sulak Alanlar video




Meraklısına not: Yarım saatlik tekne turu 350 TL. 5 kişi binebiliyor. İbrahim Erdoğan Tel: 0 543 554 79 08

Şehir merkezinde görülecek Taşköprü, Eşrefoğlu Cami, Eşrefoğlu Hamamı, Bedesten, İsmail Ağa ( Taş ) Medrese hepsi birbirine yakın konumda. Unesco Dünya Mirasları listesine giren Eşrefoğlu Caminin için Cuma namazı saatine denk geldiği için maalesef gezemiyoruz. Kapısından bir göz atmak ve fotoğraflamakla yetiniyoruz.






Öğle yemeği sonrası programımızda 60 km mesafedeki Kilistra Antik Kenti var. Fotoğrafçı dostum Erol Özdayı’nın önerisi ile programa aldığımız bir yer. Navigasyona Kilistra antik kenti yazınca Beyşehir Konya yolu üzerinden yaklaşık 45 km gittikten sonra Kilistra 13 km yazan tabeladan sağa dönüp köy yoluna giriyorsunuz. Bir daha tabela yok ve kendinizi terkedilmiş hissi veren, bir köşesi gübre yığın ile dolu, Kilistra hakkında bilgi veren bir yazılı anıt(!) bulunan köy meydanında bulunuyorsunuz. Araçtan inip nerede bu antik kent diye aranırken traktörüyle tomruk çeken bir genç geliyor köy meydanına. Onun tarifi ile Kilistra antik kentini buluyoruz. Anlaşılan başlangıçta çok büyük heyecanla başlatılan proje kaderine terkedilmiş. İnternette Kilistra hakkında yazılanları okuyunca çok şaşaalı bir yer bekliyorsunuz ama kaderine terkedilmiş, üç beş kaya içine oyulmuş kilise/ ev / depo ne olduğu belli olmayan bir antik şehir kalıntısı buluyorsunuz. Ama şu bir gerçek ki köyün arka tarafına dolanıp köye karşıdan baktığınızda Kilistra’dan daha heyecan verici mimaride bir köy görüyorsunuz. Bize İtalya’daki Matera şehrini hatırlattı.


Beyşehir’e dönüp, elimizi yüzümüzü yıkayıp biraz dinlendikten sonra şehir merkezine inip Efsane Restoran’da Sazan balığının tadına bakıyoruz. Yarın sabah kahvaltıda Huğlu’da olacağız.

Sabah otelimizden ayrılıp yarım saatlik bir yolculukla Huğlu’ya varıyoruz. Huğlu’nun bir silah sanayi merkezi olduğunu hatırlatırcasına şehrin girişinde bizi bir tank karşılıyor. Eczacı dostum Aziz Şanlı ve eşi değerli Fadime Şanlı’nın konuğuyuz kahvaltıda. Sedir ormanları ile kaplı Toroslar manzarasında terasta kahvaltımızı yapıyor bir yandan da sohbet ediyoruz. Aziz abinin babasının atölyesindeki çıraklıktan, sırf askerde yazıcı olmak için dışardan ortaokul diploması almak için mürekkebe bulaşıp Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesini bitirip Eczacı olmasına giden yaşam öyküsünü, evliliklerini dinliyoruz. Sohbetimize Aziz abinin Akdeniz Üniversitesi İşletme Fakültesi Öğretim Üyeliği’nden emekli Mustafa Şanlı hocamız da katlıyor. O da bize yöreyi, girişte okuduğunu Gembos ovasını, Ormana’nın Osmanlı’ya Kadı yetiştiren bir yer olduğunu, Alacabel geçidini, Arapastı Anıt Kestane ağacının öyküsünü, Akseki’de Kuvayı Milliyeci Rasih Kaplan’ın Antalya’nın İtalyanlar tarafından işgali sırasında ilk ses yükselten kişi olduğunu, yıllarca TBMM üyeliği yaptığını anlatıyor. Ve Tınaztepe Mağaralarını mutlaka görmemizi öneriyor. Benim Programı onunla birlikte yeniden revize ediyoruz. Altınbeşik Mağarasını da bir gün öne çekince bir günümüz boşalıyor. O güne de Tınaztepe Mağaraları, Cevizli ve Sarıhacılar köylerini yerleştiriyoruz.

70 yaşındaki delikanlı Aziz Şanlı BMW motoruyla Ormana’ya kadar bize eşlik ediyor.

ORMANA

Antalya’ya 2,5 saat uzaklıkta bulunan bu eski yörük köyü, Toroslar’da, Manavgat çayını besleyen derelerin arasında kurulmuş ve kendine özgü mimarisini korumuş bir yerleşim.

Ormana, Antalya’nın İbradi ilçesine bağlıdır. İbrada ise Luvi dilinde “gür akarsuyu olan” anlamına gelir. Dolayısıyla bu bölgede iki antik çağ yerleşimi olduğu, kazılar yapılmamışsa da saptanmıştır. 

Strabon’un bahsettiği antik Erymna kenti burası. Ürünlü ile Ormana arasında antik kentin akropolüne ait kule kalıntısı, temel taşlar ve lahitler mevcut. Erymna adı bu bölgede bulunan iki yazıtta anılıyor. Luvi dilinden gelen ve İsauria (Pamphylia’nın kuzeyi) bölgesinde bulunan bu kentin adı “sunak-halkı şehri” anlamına geliyor. Antik Yunan döneminde Orymna’ya, Selçuklu döneminde ise Ormana’ya dönüşmüş bu ad.



DÜĞMELİ EVLER

Kültür köyü statüsündeki köyde bu orijinal düğmeli evler yıkılmaktan kurtulmuş. Duvardan taşan ahşap parçacıkları nedeni ile bu adı almış evler. Duvarın mukavemetini artırmak için, yığma duvar işçiliğinde yapılan bir teknik bu. Bu yörede yetişen katran ağaçlarından yapılan kalaslar, taşların arasına geçmeli olarak yerleştirilirken dişleri dışarıda bırakılıyor. Böylece duvar uzun yıllar boyunca yıkılma riski taşımıyor. Bugün köyde 300 kadar düğmeli evin bulunduğu söyleniyor. Ancak henüz 50 kadarı restore edilebilmiş. Restorasyon için kendi halkından ustalar eğitip yetiştiriyorlar ve böylelikle evlerin restorasyonu köyün istihdamına da katkıda bulunuyor. 

Hâlihazırdaki Turizm ve Kültür Bakanımız Sayın Mehmet Nuri Ersoy’unda buralı olması ve babasının nasihati gereği Ormana’ya dokunulmuş ve bir Avrupa kentindeki düzen ve temizlik getirilmiş. Köydeki üç konak butik otel ve restorana dönüştürülmüş, hizmet vermekte.

https://youtu.be/eQzZehSc_mc?si=b56xWKVdWTOGzCee  Düğmeli Evler video

Köyü dolaşıp, düğmeli evleri fotoğraflayıp bir ağaç gölgesindeki çay molamızdan sonra 5 km mesafedeki Altınbeşik Mağarasına doğru yola çıkıyoruz. Torosların kalbinde yüce dağlar ve derin kanyonlar eşliğinde döne döne Altınbeşik Mağarasının girişine yol alıyoruz. Yolda mevcut seyir terasından Manastır Kanyonunun büyüleyici ve saygı uyandırıcı manzarasını seyrediyoruz.

Manastır Kanyonu
Girişten biletimizi ve baretlerimizi alıp ( Araç 70 TL ) 3 km daha yola devam ettiğimizde Altınbeşik Mağarasının otoparkına ulaşıyoruz. Yaklaşık 150 metre yürüyüşle mağara girişine varıyoruz.



ALTINBEŞİK MAĞARASI

Türkiye’nin en büyük, Avrupa’nın 3. büyük yeraltı gölüne sahip Altınbeşik Mağarası’nın araştırılabilen kısmı, kollarıyla birlikte 2200 metreyi buluyor. Mağara, ağzından itibaren 125 m uzunluğunda bir gölle başlıyor. Gölün derinliği, yer yer 15 metreye kadar ulaşıyor. Mağaranın içinde sarkıt ve dikitler, doğal oluşmuş köprüler, sütunlar ve heykelimsi oluşumlar yaratmış. Mağara ancak yaz ve sonbahar aylarında girişe uygun. Kış ve ilkbaharda mağara tamamen suyla doluyor. Açık olduğu dönemde ise ilk 400 m tekne ile gezilebiliyor.

Bot turu düzenleniyor. Kişi başı 100.00 TL. Bota maksimum 14 kişi alıyorlar ve yaklaşık 10 dakika sürüyor.

https://youtu.be/kAQPqSxGNDQ?si=emWNPtN8z2YATyoF Altınbeşik ve Tınaztepe Mağaraları video

ÜRÜNLÜ KÖYÜ

Mağaraya 5 km ötede yine düğme evleri ile bir başka köy bizi bekliyor. Ancak Ormana gibi koruma altında değil ve evler yıpranmış, bazıları metruk durumda… Unullu Köyü olarak Osmanlı belgelerinde anılan köyü göç çok etkilemiş ve nüfusu azalmış. Köy halkı sıcakkanlı, gezginlerle sohbeti seviyor.

İBRADI

Yaylaların Hası İbradı. İbradı İsminin Osmanlıca’da “soğukluk”, “soğutma” anlamına gelen “lbrad” (Abra/Ebra) sözcüğünden geldiği tahmin edilmektedir. Bu durumda kelime olarak İbradı “soğuk yer” anlamına gelmektedir. Nitekim 1100 rakımı ile İbradı tam bir yayladır.

Bölgedeki kalıntılara bakacak olursak ilçede yerleşimin Roma ya kadar uzandığı anlaşılmaktadır. Ormana ve Ürünlü arasında Roma döneminden kalma Erimna Antik kenti kalıntılarına ulaşılmış, Ayrıca Çukurviran mahallesinde de Hellenistik döneme ait kalıntılar bulunmuştur.

İlçe merkezine hemen girişte Arapastık Anıtsal kestane Ağacı levhasını görüp duruyoruz. Anıt ağaç 50 metre ilerimizde bütün haşmeti ile duruyor. İbradı ilçesinde bulunan bin 100 yıllık kestane ağacı, tarihin sessiz tanığı olarak ilçeye gelenlerin ilgisini çekiyor. 13 metre genişliğinde olan ve yaklaşık 12 kişinin el ele tutuşarak gövdesini kucaklayabildiği Arapastık kestane ağacı ile ilgili hikâye ise dilden dile geldiği günümüzde de dinleyenleri hüzünlendiriyor.

Arapastık Anıt Kestane Ağacı
1860'lı yıllarda Osmanlı döneminde Arap asıllı Zeynep isminde bir köle efendisinin bir konağını yakıyor. O dönemde İbradı'da evler bir birine çok yakın olduğu için bu yangın neredeyse İbradı'nın tamamının yanmasına sebep oluyor. Dönemin kadısı Arap asıllı Zeynep'i idamla cezalandırıyor ve bu tarihi kestane ağacında Zeynep asılıyor. O dönemden beri bu kestane ağacının ismi "Arapastık kestanesidir"

Ibradı, Ormana’nın bağlı olduğu ilçe olsa da tanıtımdan ve kentin yenilenmesinden nasibini alamamış. Düğmeli evleri toz toprak içinde gezdikten sonra selamlaştığımız bir İbrada’lı bizi Dr. Rıza Konağına götürdü. Gerçekten zamanında çok gösterişli olan konak bugün kötü durumda olmasına rağmen üzerine asılan bakanlık duyurtuşundan anlıyoruz ki yakın zamanda restore edilecek. Ha bu arada Doktor  Rıza da gerçek diplomalı doktor değil bir sınıhçıymış meğer.



Ibradı bugün son ziyaret edeceğimiz yer. Konaklama için Akseki’ye doru yola devam ediyoruz.

Akseki yamaca kurulmuş tertemiz ve huzur dolu bir yerleşim yeri. Akşam yemeği saati olunca bu huzurun ve sessizliğin nedenini anlıyoruz. Hafta sonu olduğu için Aksekililerin çoğu Manavgat’a ve Antalya’ya inmiş. Şehirde yemek yiyecek bir restoran, bir şeyler atıştırabileceğimiz açık bir kafeterya bile yok. Mecburen Beyşehir – Manavgat Antalya çevre yolundaki dinlenme tesislerine gidip karnımızı doyuruyoruz. Yemek sonrası ilçenin terkedilmiş, sessiz, sakin sokaklarında biraz dolaşıp öğretmen evindeki odamıza dönüyoruz.

Sabah uyanınca da haliyle kahvaltı yapacak bir mekân bulamıyoruz. Allahtan soğuk çantamızda kahvaltılık malzemelerimiz. Kamp ocağımız ve kamp çaydanlığımız var. Yakında bulduğumuz bir fırından sıcak ekmek alıp Akseki’nin 2 km dışındaki Dutluca piknik alanına gidiyoruz. Piknik alanı dedikleri yerde 2 masanın olduğu, bakımsız, çöp içinde ağaçlık bir alan. Masanın birini görece daha temiz bir alana çekip kahvaltımızı yapıyoruz.

Kahvaltı sonrası 45 km mesafedeki Tınaztepe Mağaraları var rotamızda.

Tınaztepe mağaraları, Seydişehir, Konya'da yer alan mağaradır. Dünyanın üçüncü, Türkiye'nin en büyük mağarasıdır. Toplam uzunluğu 22 km, gezilebilen bölümü 1580 metredir. Sonundaki 64 metrelik iniş dışında tamamen yatay özellikte bir mağaradır. 2004 yılında da Mağara Dinlenme Tesisleri olarak hizmete açılmıştır.







1968 yılında Fransız bilim insanı Michel Bakalowichz tarafından bulunmuştur ve mağaraların tıbbi araştırmasını yaparak astım hastalığı için doğal bir tedavi ortamı olduğunu belirtmiştir.1970 yılında başka bir araştırma grubu; kaptan Jacques-Yves Cousteau ve ekibi Alman Reinhold Messner ve arkadaşları Suğla Gölü ve onu besleyen su altı kaynaklarını araştırmak için bölgeye gelmişlerdir. Fasıl Boğazı ve Tınaztepe mağaralarının irtibatlarını keşfetmişler ve buranın yer altı göllerinin 22 km uzunluğunun olduğunu tespit etmişlerdir.

Tınaztepe Mağarası şimdiki durumuna yapılan araştırmalara göre yaklaşık 230 milyon yıl gibi uzun bir süreçte meydana gelmiştir. Mağaranın iç kısımlarında ayrıca taban tavan arası yükseklik farkının 65 metreye çıktığı yerler görülmektedir.

Özel sektör tarafından işletilen mağaraların giriş ücreti 100.00 TL/Kişi dir. İki mağara bulunmakta, her ikisi de ziyarete açık. Ancak uzun olan gerçek mağaranın güzergâhı ve aydınlatması yapılmasına rağmen daha küçük olan ikinci mağarada bu hizmet yeterli olarak sağlanmamış. 1580 metre uzunluğundaki mağarayı yürüyüş yolundan rahatlıkla gezebiliyorsunuz. Çok fazla sarkıt ve dikit oluşumu olmayan mağarada traverten oluşumları ve havuzcuklar dikkati çekiyor. Bizim gezdiğimiz dönemde su yoktu.1580 metrenin sonunda sizi bir sürpriz bekliyor. Bulunduğunuz platformdan 35 metre aşağıya ve 65 metre yüksekliğe ulaşan yaklaşık 20 metre çapında silindirik bir galeri ile karşılaşıyorsunuz. Normalde bizim bulunduğumuz platforma kadar su dolu göl olması gereken galeride bizim ziyaretimizde su yoktu. Gerçeklikle hayalin karıştığı, nerenin gerçek nerenin yansıma olduğunun farkına varamadığınız düşsel bir deneyim yaşıyorsunuz. Ülkemizde çok sayıda mağara gezdim ama bu denli etkilendiğim olmadı.

Bu muhteşem oluşumdan doğaya bir kez daha saygı duyarak çıkıyoruz. Yaklaşık 25 km mesafedeki Cevizli köyünü ziyaret edeceğiz. Ana yoldan ayrılıp Cevizli yoluna döndükten sonra sağ tarafımızda Çınar ağaçları altında bir çeşme ve iki piknik masası görüyoruz hemen aracımızı oraya çekiyoruz. Gürül gürül akan buz gibi suda elimizi yüzümüzü yıkadıktan, termoslarımızı doldurduktan sonra kamp ocağımızı çıkarıp bu güzel subaşında az şekerli kahvelerimizi yudumluyoruz.

Kahve molasının ardından beş kilometrelik bir yol yapıp Cevizli köyüne geliyoruz. Çınar ağaçlarının gölgelediği meydan karşılıyor bizi. Çınarların altındaki köy kahvelerinde sohbet eden, oyun oynayan insanlarıyla Akseki’nin aksine cıvıl cıvıl bir yerleşim yeri burası.

Öğle yemeği zamanı. Küçük bir aile işletmesi lokantada ev yemeği lezzetinde yemeklerle açlığımızı gideriyoruz. Yemek sonrası restore edilip Şarap evi ve restorana dönüştürülmüş Yörük Ali Konağını gezip şarap tadımı yapıyoruz. Antalyalı bir işletmeci buraya iyi bir yatırım yapmış.

Çınar altı “ Dede kahveleri” bizi çağırıyor. Bu güzel, serin, huzurlu ortamda bir çay molası veriyoruz.

Bugün son ziyaret edeceğimiz yer; Sarıhacılar köyü.  Akseki’ye 4km mesafede. İki yanı duvarla örülmüş bir mezarlık olan yoldan köye giriyorsunuz. Daha köyün girişinde terkedilmişliğin hüznünü yaşıyorsunuz. Sağınız solunuz yıkılmış, yıkılmakta olan terkedilmiş düğmeli evlerle sarılmış vaziyette. Son yıllarda bazı evler Kültür Bakanlığının desteği ile bazıları da girişimciler tarafından restore edilerek ayağa kaldırılmış. Köyün camisi 1,5 yıl süren restorasyondan sonra ibadete açılmış. Ve ilginçtir İmam ile birlikte 14 kişinin yaşadığı bu köyde Kocaeli’li bir imam var. Biz ikindi namazı öncesi Hoca ve yanındaki bir kişiyle sohbet ettik. Sonrasında onlar bir imam ve bir kişi cemaat olmak üzere ikindi namazını eda ettiler. 10 kişiye bir imam atayan devlet onlarca çocuğun olduğu köylerdeki ilkokulları kapatıyor, öğretmen göndermiyor. Yorum sizin.









Tur şirketleri tarafından turizme kazandırılmak istenen ( kazandırılması da gereken) bir köy. Pazartesi ve Cuma günleri özellikle Japon ve Alman turist gurupları geliyormuş.

Köy konağında satış yapan gencin tezgâhındaki hediyelik eşyaların etiketi bile Euro cinsinden. Köyü ve düğmeli evleri dolaşıp fotoğrafladıktan sonra Akseki’ye dönüyoruz.

Yattık kalktık sabah oldu. Kahvaltımızı Beyşehir’de yapmak üzere Akseki’ye veda ettik. İzmir’e dönüş yolunda, programımızın en sonuna bıraktığımız, Beyşehir’e 20 km mesafedeki Eflatunpınarı Hitit Su Anıtını da ziyaret ediyoruz. 5000 yıldır Aslanın ağzından suyu akmaya devam eden muhteşem bir yapı karşılıyor bizi.

Suyun bir merkezde toplanarak ihtiyaç oranında kullanılması, böylece iyi bir su rejiminin uygulanması tarım toplumlarında ekonomik hattın önemli bir parçası olup, Eflatunpınar Hitit Su Anıtı, Hititler’den sonra da fonksiyonunu kaybetmeden bugüne kadar ayakta kalabilen bu sistemin en güzel örneğidir. Anıt MÖ 13'üncü yüzyılın son çeyreğine tarihlendirilmektedir. Eflatunpınar Anıtı’nın Büyük Kral Tuthaliya IV dönemine ait olduğu düşünülmektedir.

Özgün taş işçiliği, kabartmalardaki kompozisyon ve bir açık hava tapınağı olarak düzenlenmesi ile Hitit Uygarlığı’nın diğer kaya anıtlarından ayrılan Eflatunpınar Anıtı, doğal kaya üzerine yapılmamış, birbirine uygun olarak kesilmiş andezit blokların titizlikle birleştirilmesi ile inşa edilmiştir. Doğal bir su kaynağı üzerinde yapılmış büyük bir havuz ve dikdörtgen formda şekillendirilmiş kayalar üzerine kabartma tekniğinde yapılmış tanrı ve tanrıça figürlerinden oluşmaktadır.

2014 yılında UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi’ne Hitit Kutsal Su Tapınağı olarak dâhil edilmiştir. Listeye dâhil edilmesindeki Üstün Evrensel Değerler Gerekçesi: Eflatunpınar su havuzunun özelliği, akan suların merkezi havuz sistemi ile toplanarak, gerektiği zaman tasarruflu bir şekilde kullanılan nadir su sistemlerinden biridir. Bu anıt sadece görünüş itibariyle, düzeniyle ve ikonografi yapısıyla ender anıtlardandır, aynı zamanda da yapımı esnasında kullanılan teknoloji ve sanatkârlık bakımından da çok nadide bir anıttır.

Bu nadide anıtı geride bırakıp İzmir’e doğru yola çıkıyoruz.

Yazı ve Fotoğraflar:

Mehmet Cengiz TÜMER

 

 

 

 

4 Haziran 2023 Pazar

PUGLIA; ÇİZMENİN TOPUĞU...

 

PUGLİA; ÇİZMENİN TOPUĞU

22 – 20 MAYIS 2023

2020 Mayıs ayında gerçekleştirmeyi planladığımız bir geziydi. Ancak 2020 ayının başında patlayan ve öncelikle İtalya ve İspanya’da yaşamı felakete dönüştüren ardından Mart ayında bizleri de üç yıl süre ile evine kapatan Corona virüs pandemisi nedeniyle bu gezimizi zorunlu olarak ertelemiştik. Hayatımızı ve dünyaya açılışımızı oldukça zorlu kılan ekonomik şartlar ve döviz kuruna inat Mayıs 2023 de bu gezimizi tekrar gündeme aldık. TÜMER&TÜMER Gezi Timinin Berlin ayağı Canburak ve Dilara TÜMER ile aylar öncesinden planımızı yaptık, biletlerimizi aldık, konaklamalarımızı ayarladık ve hatta aracımızı bile kiraladık.

19 Mayısta Berlin’e uçup 3 gün Berlin’de hasret giderdikten sonra 22 Mayıs 2023 de RyanAir ile Roma’ya uçtuk. Roma Havaalanından AVIS’ten kiraladığımız aracı ( Mercedes A180d )alıp yola düştük. 450 km ve kahve molaları ile yaklaşık 5 saat kâh yağmurlu kâh bulutlu bir havada akşam 21.30 gibi Bari’ye vardık. Navigasyonun bizi yanlış yönlendirmesi sonucu Bari’nin dar sokaklarında kaybolduk, sıkıştık ve bir saat gecikmeyle hostelimize yerleştik. Yol yorgunluğu ve son bir saatin stresi ile hemen uyuduk.

2. GÜN

Sabah çok güzel bir Bari sabahına uyandık. Ev sahibimizin hazırlayıp bıraktığı muhteşem kahvaltı ile güne güzel bir başlangıç yaptık. Sonrasın da aracımızı akşam park ettiğimiz kapalı otoparktan alıp limana indik ve açık otoparka bırakıp liman yönünden Via Venice’den Bari’nin Bari Vecchia denilen tarihi merkezine girdik.



Bari,
Adriyatik kıyısında bir liman şehri. Bari Vecchia denen bölge eski şehir kısmı, dar ve labirent benzeri sokaklarında gezmek, sokak aralarındaki geleneksel yaşamı görmek pek keyifli, bazı camlardan sonuna kadar açılmış müzik sesi yükseliyor, sokak genişlikleri neredeyse 2 metre, karşılıklı camdan cama elleri değecek yakınlıkta, eh öyle olunca bütün mahalle bu müziği dinliyor. İnsanları çok samimi ve doğal.

Bari’nin en bilinen yeri eski şehrin sahilden girilen Piazza Mercantile, Mercantile meydanı restoranları, dondurmacıları, kafeleriyle renkli bir yer.




Meydanın bir köşesinde bir zamanlar borcunu ödemeyenlerin bağlanarak halka sergilendikleri Colonna Delle Gıustizia yani Adalet Sütunu var.



Ayrıca meydana girişte Adalet sütunu solunuzda kalacak şekilde ara sokaklara devam ettiğinizde daha küçük bir meydandaki Aziz Nikola Bazilikasına ulaşacaksınız.

Bazilikayı gezdikten sonra, Bari ve Puglia bölgesine özel focaccia’nın tadına bakma zamanı. Focaccia ekmek hamuru gibi bir hamur üzerine zeytin, kekik ve küçük domateslerden bolca konmuş küçük bir pizzayı andırıyor. Bazilikanın deniz tarafına bakan arka duvarının sokağında bir fırın hem en eski hem de en güzel yapan olarak tavsiye edildi ve bizde meşhur Panificio Fiore fırınını bulduk, ama henüz kahvaltı yaptığımız için tadına bakamadık.






Mercantile meydanı eski şehrin dar ara sokaklarına açılıyor. Bu sokaklardan en eğlencelisi Strada Arco Basso, burada sokağa kurdukları masalarında karşılıklı hem orrecchiette yapan hem de sohbet eden kadınları göreceksiniz. Orrecchiette bu bölgeye özel, elde yapılan bir makarna türü, küçük bir kulak şeklinde, zaten anlamı küçük kulakçık demekmiş, tadı da müthiş, gerçekten çok güzel, hem yapıyor, hem satıyorlar. Bari de eski şehir kısmı surlarla çevrili bir bölge içinde, surların dışına çıktığınızda sahile, Lungomare denen kordon boyuna inmiş oluyorsunuz, buradaki plajlardan denize giriliyor.

Polignano a Mare:, burası falezler üzerine kurulmuş çok şık bir İtalyan sahil kasabası. Denizi, plajları, dar sokakları, butik mağazaları, kafeleri ve en önemlisi sosyal medyada yayınlanan fotoğrafı ile neresi burası diye merak yaratan  Polignano a Mare görülmesi gereken çok güzel bir kasaba. Biz aracımızı bir marketin yanındaki halka açık ve ücretsiz bir otoparka bıraktık ve kısa bir yürüyüşle tarihi ve turistik merkeze girdik.* Bu arada İtalya’daki otoparklar için meraklısına bir not. Burada otoparklar üç renk çizgi ile ayrılımış. Beyaz olanlar halka açık ve ücretsiz, sarı olanlar özel izinli ya da engelliler için, mavi olanlar halka açık ama ücretli park alanındaki bilet otomatından 1 € / saat karşılığı ne kadar kalmayı düşünüyorsanız o kadarlık bilet alıyorsunuz. Biz dönelim yine Polignano a Mare’ye. Öncelikle falezlerin üzerine kurulu çok şık bir kafede kahve molası veriyoruz. Sonrasında Polignano a Mare sokaklarında dolaştık, kafeler, butik mağazalar, meydanları ile çok şık. Teraslarından falezleri ve falezler arasındaki koyları ve plajları izledik.








Monopoli kasabasına girdik öğle yemeği molası için. Öyle güzel bir balıkçı kasabası ki, kalesi, renkli kayıklar, kumsalları, balıkçıları yavaş yavaş işlerini yapıyor, sahilde iş günü olmasına rağmen şehirde de çıt çıkmıyor. Aracımızı bu kez merkeze daha uzak bir otoparka koyduk. Öğle güneşinde tarihi şehir merkezine kadar ıssız ve sessiz caddelerde yürüdük. Sanırım sessizliği nedeni herkesin yemek için bir restorana oturmasıymış. Çünkü restoranların bulunduğu meydandaki hiçbir Trattoria’ da yer bulamadık. Açlık ve sıcak bunaltınca bir kafe / bara oturduk ve bu gezimizin en pahalı ve en lezzetsiz yemeğini yedik. İtalyanların siestaya çekildiği saatlerde biz bu sahil kasabasının dar sokaklarının gölgelerinde dolaşıp limanına kadar indik ve sonra aracımıza döndük.





Rotamızda Beyaz Şehir “ Citta Bianca” olarak bilinen Ostuni var. Aracımızı kentin girişindeki açık otoparka koyuyoruz, ücretini ödeyip biletimizi alıyoruz ama bizdekiler gibi bir değnekçi abi yaklaşıp sohbet açıyor ona da bir şarap parası takdim edip şehrin yokuşlarını tırmanmaya başlıyoruz.

Ostuni kasabası Adriatik denizine 8 km mesafede, beyaz badanalı evleri ile vadiden hemen dikkat çekiyor ve bu sebeple “la citta bianca” yani beyaz şehir olarak biliniyor, şehrin çevresine yapılmış olan surları bile bembeyaz.

Şehrin meydanı Piazza Della Liberta büyük bir meydan, meydanda San Francesco kilisesi var, kasabanın en üst noktasına Via Catedrale caddesinden yukarı, sokaklarında döne döne keyifle yürüyerek çıkıyoruz, evler, sokaklar çok güzel, en tepeye çıktığımızda ise kasabanın sanki sonu gibi olan Adriyatik denizine bakan yöndeki manzara nefes kesiyor. Sağ ve sol yöne baktığımızda alabildiğine, gözümüzün görme mesafesini de aşan zeytinlikleri görüyoruz, inanılmaz bir manzara, sessizlik ve ilerde Adriyatik denizi… Sanki zeytin ağaçlarının hışırtısı duyuluyor vadiden doğru, anlatılır gibi değil, görmeniz lazım.












Birindisi, bu akşam konaklayacağımız durağımız. Açıkçası bu programı oluştururken Birindisi’den konaklama dışında bir şey beklemiyordum. Ama yanılmışım. Gezimizin en keyifli duraklarından biri oldu. Konaklayacağımız airBnb evimiz tarihi şehrin merkezinde, şehrin en yüksek noktasındaydı. Odamızdan çıkıp sağa döndüğümüzde yeni yerleşime, sola döndüğümüzde tarihi sokaklardan ve merdivenlerden inerek limana varıyorsunuz. Odamıza yerleşip yemek saati geldiği için ev sahibimizin önerdiği restoran için limana indik. Bu restoran bugün kapalı olduğu için hemen yanındaki restorana oturduk iyi ki de oturmuşuz. Gün batımında, deniz kokusunda çok iyi bir servis ile çok güzel ve hesaplı bir akşam yemeği yedik. Tabiiki Sicilya şarabımızın eşliğinde. Günün tüm yorgunluğu geçti. Yemek sonrası tarihi sokaklarda. Tarihi meydana ve katedrali ziyaret edip evimize gittik.











3. GÜN

Sabah ilk güne göre daha zayıf bir kahvaltı sonrası çıkış saatimiz olan 11.30 kadar Birindisi’yi gün gözüyle keşfetmeye çıktık. Aracımızı da akşam özel bir otoparka koymuştuk oradan da çıkış saatimiz 12.00 idi. Bu otoparkın gecesi 20 € idi ( meraklısına ). Bu kez sağa dönüp yeni  ve modern şehri keşfettik. Caddelerini, meydanlarını, Pazar yerlerini dolsaşıp sonra yeniden limana inip kaldırıma attığı piyanosunda sokak müziği yapan abimizin" Let It be" melodileri eşliğinde liman boyunca yürüyüp merdivenlerden tekrar tarihi merkeze girip meydanı, katedrali ve dar sokakları yeniden dolaşıp Birindisi'den, bu keyifli şehirden ayrılıyoruz. Rotamız bu kez ünlü Türk Yönetmen, Karşı Pencere’nin yönetmeni Ferzan Özpetek’in Serseri Mayınlar filmini çektiği, saman sarısı binaları barındıran daracık sokakların kenti Lecce.

Aracımızı Lecce’nin modern kısmında bugüne kadar gördüğüm en temiz, en düzenli, en güvenlikli otoparkına koyup İzmir’i bilenler için Bornova’daki Büyük Park benzeri bir parktan geçerek tarihi merkeze giriyoruz. Bu arada yakındaki bir lisenin öğrencileri parkta, açık havada kümeler halinde ders yapıyorlar. Onları keyifle izleyip tarihi merkezin dar sokaklarında kayboluyoruz.



Hedefimiz Sant’Oronzo meydanı. Meydan öğle ışığıyla çok daha güzel ve özel. Çevresindeki barok tarzı binalar, meydandan açılan sokaklar, geçitler çok güzel.



Daha sonra Lecce’nin dar ve tarihi sokaklarını keşfe devam ediyoruz.. Sant’Oronzo meydanına yakın bir arka sokaktaki meydanda Santa Croce Bazilikası’na geçtik ama bir evlilik töreni olduğu için içine giremedik. Muhteşem heykeller ve kabartmalarla dolu bir duvarı ve kapısı var gerçekten muhteşem bir yapı.” Bazilika’nın bizi de ilgilendiren bir yönü var, dış cephesinde İnebahtı Deniz savaşında esir alınan Osmanlı askeri figürleri de yer almış. Bu figürlerde Osmanlı askerleri mutsuz, yorgun, yük taşıtılıyorken gösterilmiş, ayrıca ağzında hilal taşıyan yunuslar da yer alıyor duvarda, bu hilal Osmanlıyı temsil ediyor maalesef.” Diye okumuştum bir blog yazısında ama açıkçası ben bu Osmanlı askerlerini göremedim.







Geldiğimiz yolda geri dönüp tekrar Sant’Oronzo Meydanına çıktık. Meydanın etrafından dolanıp Duomo’ya giderken binaların altında kalan bir kısmı çıkarılmış ve çevresi korumaya alınmış küçük bir antik tiyatro  gördük, binalar arasına sıkışmış bir antik tiyatro.




Daha sonra Lecce sokakları keşfine devam ederek eski şehrin 3 giriş kapısından biri olan Porta Napoli/ Napoli kapısına ulaşmadan dar sokakların gölgesindeki bir restoranda buraya özgün domates ve fesleğen soslu, ricotto peyniri rendelenmiş Orriechietti makarnamızı yedik soğuk bir bira eşliğinde., 




Lecce barok mimarisi yoğun bir şehir ve esas ilginç olan şehrin altında tamamen tarih yatıyor olması. Ama sıcaktan mıdır, kalabalıktan mıdır bilmiyorum benim için hayal kırıklığı olmasa da beklediğimi bulamadığımı düşünüyorum. 



Lecce’den Otranto’ya gitmeden önce bir doğal oluşum ve obruk olan Cava di Bauxite  i görmek istiyoruz. Anayoldan ayrılıp, toprak bir yolda deva edip bir süre sonra aracımızı bırakarak patikadan bu obruğu bulup, görüp, fotoğraflayıp tekrar yola çıkıyoruz.

Otranto, Yola devam edip Otranto’ya ulaştık, Otranto yat limanı da olan bir sahil kasabası, yine eski şehir tarafı güzel, korunmuş, temiz bakımlı evleri, dar ara sokakları, eski şehri çevreleyen güçlü surları, kalesi ile güzel bir şehir.









Bu durak gezimizin kum, deniz, güneş durağı oldu. Otelimizin hemen önündeki halka açık kumsalın diz boyunu geçmeyen plajında “çimerek” yaz sezonunu açtık. Ardından duşumuzu alıp şık giysilerimizi giyip piyasaya çıktık. Deniz kenarından, restoranların da olduğu meydandan ve parklardan geçip dondurmamızı da alıp Kaş’ın Uzun Çarşısına benzer bir sokaktan surların ardındaki tarihi şehre girdik. Hediyelik eşya dükkânlarına baka dolana katedralin olduğu meydana çıktık. Kilisenin zemin mozaikleri ve tavan işlemeleri muhteşemdi, alt kattaki Yerebatan Sarnıcını andıran salonda da küçük bir ayin vardı. Kiliseyi kutsayıp yine tarihi şehrin sokaklarına döndük. Limandaki şık ve sevimli restoranların birinde akşam yemeğimizi alıp, ertesi günün programını gözden geçirip dinlenmek için odalarımıza çekildik. Kolay değil bugün de 20.000 adım yapmışız. Ha Otranto’dan ayrılmadan bir not. Aşağıdaki yazıyı da bir blog’da okudum, ne derece doğrudur bilmiyorum ama bir ek bilgi olarak paylaşayım.

Otranto’nun bizim tarihimizde de önemli bir yeri var aslında…

Fatih Sultan Mehmet döneminde Arnavutluk ve Dalmaçya kıyılarını fetheden Osmanlı, İtalya’ya da güneyden girmeyi dener ve o dönemde kıyı savunması en güçsüz olan Otranto’yu 1480 yılında 100 donanma gemisi ile fethederek karaya çıkış yapar. Buradan Lecce, Brindisi ve Taranto şehirlerini de ele geçirmek üzere hamleler yaparlar ama Napoli krallığı geri püskürtür. 13 ay Otranto’da Osmanlı orduları işgali devam etmiş, şehre yerleşmişler, ama halk şehri terk etmiş, kaçıp gitmiş ve Osmanlı’ya yiyecek ikmali yapmayı reddetmişler. Bu da Osmanlı ordusunu güçsüz ve zor durumda bırakmış.

Osmanlı Otranto’da halkı Müslüman olmaya da zorlamış, Müslüman olmayı kabul etmeyen 800 kişinin kafasını maalesef kesmişler, başları kesilenler aziz ilan edilmiş ve şimdi iskeletleri ile kafatasları Otranto katedralinde sergilenmekte. Çok tatsız bir durum maalesef. O dönemde İtalya ve Papalık çok paniklemiş, hatta Papa kaçıp İspanya ya da Fransa’ya sığınma planları yapıyormuş ama Fatih Sultan Mehmet’in bir sefere “Roma olduğu sanılıyor” hazırlandığı ve sefere çıktığı ilk günlerinde İzmit tarafında 1481’de hastalanıp ani ölümü İtalya seferinin devam etmesini önlemiş ve Otranto’daki donanma geri çekilmiş böylece İtalya rüyası da sona ermiş…”

4. GÜN

Otrantodan ayrılıp rotamız üzerindeki küçük ama sevimli bir yerleşim Gallipoli’ye doğru yola çıkıyoruz. Bu Adriyatik kıyısında göreceğimiz son sahil kasabası, daha sonra Itria Vadisine girip dağlara doğru çıkacağız.

Gallipoli, Öncelikle ismi ben de merak uyandırdı, bizim Gelibolu ile ilgisi var mı acaba dedim, ama isminin Yunanca Kallipolis’den “güzel şehir” anlamına geldiğini öğrendim. Gallipoli, ilk şehre girişte bu şehir pek kayda değer değil herhalde dedirtti ama sonra eski şehir bölgesini gezince bu düşüncemiz değişti ve ismini hak ettiğine karar verdik.









6.yy da yapılmış bir köprü ile bağlı olan küçük bir adacık olan eski şehir bölgesi. Ama ne eski şehir,  ara sokaklar tam İtalyan, mahalle arası muhabbeti, küçük pizzacılar, sokakta koşturan top oynayan, bisiklet binen çocuklar, pencereden sarkmış bakan, sağa sola laf atan kadınlar, dar sokakların açıldığı küçücük meydanlar ve o meydanlarda kilise bahçesinde, banklara oturmuş sohbet eden yaşlılar.

Gallipoli’nin eski şehir bölgesine girişte bir balıkçı barınağı, balık hali ve köprü bağlantısı, köprünün solunda  14.yy da yapılmış olan Angioino kalesi var ve çevresi denize dimdik bir duvar ve hemen tüm eski şehrin çevresinde adayı dolanan deniz manzaralı bir yol ile çevrili, o yolda bir kaç tane açılmış az sayıda ceplerde kafeler restoranlar var, kafelerde oturup denizi seyrederek keyif yapmak büyük zevk. Ama yolcu yolunda gerek. Rotamız bu gece konaklayacağımız Martina Franca.

Artık Itria Vadisindeyiz. Asırlık zeytin ağaçlarının bulunduğu bahçeler arasındaki köy yolunda 30 km hızla ilerliyoruz.  Yol çok keyifli. Martina Franca’ya vardığımızda kentin meydanında büyük bir açık otopark buluyoruz. Halka açık ve ücretsiz. Sadece Çarşamba günleri park yasağı var. Kalacağımız airBnb evi hemen meydana açılan sokakların birinde. Aracımızı park edip, eşyaları evimize bırakıp, elimizi yüzümüzü yıkayıp öğle yemeği için dışarı çıkıyoruz. Tarihi merkeze doğru şık mağazaların olduğu caddeden yürüyüp geniş bir meydana ve parka geliyoruz. Piazza Roma. Bu meydandaki bir kafeye oturup Panini ve Radler ( limonlu %1,5 alkollü bira, nefis bir yaz içeceği ) ile öğle yemeğimizi aradan çıkarıyoruz ve güzel meydanda Siesta saatinin bitmesini ve güneşin biraz yatmasını bekliyoruz.










Martina Franca, bu programdaki favori duraklarımdan değildi açıkçası. Ama yanılmışım. Şehrin eski bölümüne barok mimarili Arco di Sant Antonio kapısından giriliyor ve buradan ilerlediğinizde kentin bir diğer meydanı Piazza Plebiscito meydanına geliniyor. Bu meydanda güzel bir katedral de yer alıyor. Halen siestadaki dükkânların arasından ilerleyip başka bir meydana geliyoruz. Adını hatırlayamadığım bu meydanda çok güzel bir stoası olan bir bina meydanı yarım daire şeklinde çevreliyor. Bu meydanın devamında yol üç dar sokağa ayrılıyor. Birini tercih edip beyaz badanalı evlerin arasında kayboluyoruz. Bir kahve molası verip evimize dönüyoruz. Akşam yemeğini evimizin bir yan sokağındaki yerel pizzacıda yiyeceğiz. Yemek sonrası bu güzel şehirde bir de gece turu atıp dinlenmeye çekiliyoruz.

5. GÜN

Bugün program yoğun Itria Vadisinde 96 km yol yapacağız ve 4 kenti ziyaret edeceğiz. Itria Vadisindeki ilk durağımız bir tepeye kurulmuş ve vadiye panoramik bakan Cisternino.








Zeytin ağaçları arasında bahçelere serpiştirilmiş Turillo evleri ve Masseria denen çiftlik evleri arasında 10 km sonra Cisternino’ya varıyoruz. Aracımızı park ettiğimiz terastan vadiyi, zeytin bahçelerini, Turill evlerini, çiftlik evlerini seyretmeye doyamıyoruz. Seyir terasının ortasındaki parkta II: Dünya Savaşında kaybettikleri için bir de anıt var. Kilisenin yanından eski şehre girip beyaz badanalı evler, küçük meydanlar arasında dolaşıyoruz. Tarihi kentin bittiği noktadan zeytin bahçelerinin ardındaki Adriyatik denizini seyrediyoruz.

 Bir sonraki durağımız yine bir tepeye kurulmuş Locorontodo Kasabası. Kentin meydanına kurulmuş pazarından meyve ihtiyacımızı giderip hızlıca sokaklarında dolanıp yola çıkıyoruz. Locorodonto’nun daracık sokakları arasında gezdiğimizde bir kasabanın evlerinin bu kadar bakımlı, sokaklarının bu kadar temiz nasıl tutulduğunu inanamadık. Bembeyaz evler, camlardan sarkan begonviller, kapı önü çiçek dolu saksılar hepsi çok güzel, sevimli bir kasaba. 





Bugünkü programda ana hedefimiz Alberobello ve Matera.

Alberobello, Burası Puglia’nın, hatta turillo denen evleri ile mimari olarak Dünya’nın en ilginç kasabası ve çok da turistik. Alborebello turillo evleriyle Unesco Dünya Mirası listesinde. Albero italyanca ağaç demek, Alberobello ise güzel ağaç anlamında. Bu kasabanın geçmişi 16. yüzyıla dayanıyormuş, buraya yerleşen halk Napoli krallığına vergi ödemeyi kabul etmemiş, vergi toplamaya geleceklerini duyduklarında taşlarla sıva kullanmadan ördükleri evlerin çatılarını hemen yıkıyorlar, Napolililer gidince tekrar taşlarla çatıları örüp yeniden inşa ediyorlarmış, özel taşları dizerek yaptıkları bu evler kolaylıkla yapılıyormuş. Şu an yaklaşık 1200 turillo evi varmış Alborebello’da.










Alberobello karşılıklı iki tepeden oluşuyor, biri yeni yerleşim yeri, diğeri de tamamen turillo evlerinin olduğu eski yerleşim yeri. Yeni şehir tarafından bir balkondan eski şehri bütün olarak karşıdan seyretmek çok keyifli.

Alberobello eski turilli evlerinin olduğu bölgeye Corso Vittorio Emanuelle caddesinden ileri doğru devam edip, kare şeklinde budanmış ağaçların olduğu Piazza Plebiscito’nun ilerisindeki bir balkondan tüm eski şehri izleyebilirsiniz. Bu balkondan görülen esas turilli evlerinin olduğu manzara muhteşem.

Evlerin çatısında ev halkını kötülüklerden koruduğuna inanılan Şaman sembolleri çizilmiş. Lecce’den sonra en turistik ve kalabalık olan Alberobello’nun Turill evleri arasında dolanıyoruz. En yüksek noktadaki yine aynı mimarideki kilisesini de ziyaret edip bir kafede sandviç ve radler ile öğle yemeğimizi geçiştiriyoruz.

Yola devam. Bugünkü son durağımız Matera'ya gelmeden Matera’daki ev sahibimizin önerisi ile bir vadinin yamacına kurulmuş bu şehri vadinin diğer yamacındaki Belvedere Matera denilen bölgedeki seyir teraslarından seyrediyoruz. Yalnız bu seyir teraslarına ulaşmak çok kolay değil. Aracınızı otoparkta bıraktıktan sonra yaklaşık üç km yürümeniz gerekiyor. Yol düzgün. Bisiklet ve yaya yolu var. Araç yolu da var ama kullanımı yasak sadece devriye araçları kullanıyor. Sanırım bir merkezden de izleniyor ki uyanıklık yapan iki aracı devriyeler yakalayıp ceza kesti.

Matera’ya  akşam saatlerinde varıyoruz. Konaklayacağımız airBnb evinin bir alt sokağındaki kapalı otoparka aracımızı park ediyoruz, eve yerleşiyoruz ve biraz soluklanıp vakit kaybetmeden dışarı çıkıyoruz. Modern şehirden Tarihi merkeze geçtiğimizde önce bir çeşme Fontana Ferdinandea sonra yine geniş bir meydan, S. Francesco d’assisi katedrali ve çoğu finans merkezi ve banka olan barok mimarideki yapılar karşılıyor bizi. Meydanın sağındaki dar sokaklardan birinden devam ediyoruz. Burası da benim için Martina Franca gibi çok şaşırtıcı ve etkileyici bir durak oldu. Aynı bizim Mardin ya da Soğanlı Vadisi gibi. Bir yamaca kurulmuş, yapıştırılmış gibi duran taş evler, mağara evler, dar sokaklar, merdivenler… Bir sokaktan iniyoruz aslında bir otelin içinden geçiyoruz, sağımızda solumuzda kayalara kazınmış otel odaları…En aşağıda resepsiyon ve restoranı…Akşam ışığı ile vadi mistik bir atmosfere bürünüyor.













Piazza San Pietro’da S. Pietro Caveoso ve hemen aşağısındaki Madonna de Idris kayaya oyulmuş kaya kilisesini dışarıdan görüyoruz. Gün batımını izlemek için tarihi şehrin en yüksek noktasındaki Duomo’ya çıkıyoruz ve Duomo’nun terasında tüm vadiyi ve güneşin batışını izliyoruz. Akşam yemeği için ev sahibimizin önerdiği La Cola Cola restoranı buluyoruz. Henüz açılmamış kapısında 10 – 15 kişilik bir kuyruk var. Biz de sıraya giriyoruz, saat tam 20.00 de bizi içeri alıyorlar. Kapadokya’daki gibi mağara restoran. Biz iki kat inip bir galerideki masalara oturtuluyoruz. Altımızda yine 30 – 35 basamak merdiven ile inilen bir galeri daha var. Biz siparişimizi verip beklerken yaklaşık 40 kişilik bir gurup gelip aşağıdaki galeriye indiler. Servis ve yemekler yine muhteşemdi. Burada bir litrelik ev şarabımızı söyledik. Üzerine Tiramisu’muzu da yememize rağmen çok uygun bir hesap geldi. Yemek sonrası teraslardan vadinin bir de gece görünümünü izledik. Gerçekten muhteşem etkileyici bir manzara…

Bu gece de keyifle dar sokaklardan, meydanlardan yürüyerek evimize dönüyoruz.

6. GÜN

Sabah kahvaltımızın ardından aracımızı alıp Roma’ya doğru yola çıkıyoruz. 5 saatlik bir yolculuktan sonra Roma Fiumicino havaalanında aracımızı AVİS’e teslim edip shuttle ile bu geceyi geçireceğimiz Roma’nın sahil kasabasındaki motelimize geçiyoruz.

Yazı ve Fotoğraflar

Mehmet Cengiz TÜMER