16 Eylül 2009 Çarşamba

BAL,BADEM BALIK ÜÇLEMESİ YA DA ARŞİPELD'İN LACİVERT İPİLTİLERİNDE KULAÇ ATMAK : DATÇA




Tanrı,
yarattığı kulunun uzun ömürlü olmasını isterse,
DATÇA yarımadasına bırakır
STRABON


Oğlumuzu ERASMUS Programı için İtalya’ya yolcu etmemiz ve valizinin kaybolması ile THY’ nın bize yaşattığı sıkıntılı bir haftanın ardından bir hafta gecikmeyle valizin oğlumuza ulaşması ile rahatladıktan sonra bu gergin haftanın sıkıntısını atmak için hiç programımızda olmamasına rağmen yollara düşüyoruz.
Rotamızda daha önce görmediğimiz ve dinginliği ve huzuru ile ünlenen “Bal Badem ve Balık” üçlemesinin diyarı, Can ( YÜCEL ) Baba’nın mekânı DATÇA var.
İstanbul’u felç eden ve 30 kişinin ölümüne yol açan yağmurlu bir haftanın ardından, meteorolojinin yağmur vermesine rağmen güneşli bir eylül sabahında yola düşüyoruz. İzmir Aydın otoyolunun Torbalı yakınlarındaki Mola tesislerinde güzel bir kahvaltı yapıp yola devam ediyoruz.
Aydın Otoyolundan çıkıp Çine’ye doğru çeviriyoruz rotamızı. Çine’nin meşhur köftecilerine dönüşte uğramak üzere Çine’den çıkıyoruz. Çine çıkışındaki kaya oluşumları dikkatimizi çekiyor. Burası ilginç ve dev boyutlardaki kaya oluşumları ile Kapadokya’yı aratmayacak bir DOĞAL KAYA MİLLİ PARKI olabilecek bir yer. Aracımızı park edecek uygun bir cep bulamadığım için bu ilginç kaya oluşumlarını fotoğraflayamadan devam ediyoruz.
Yolumuzun üzerinde Yatağan var. Termik santralı ve onun yaydığı ölüm kokusu ile adını duyuran bu ilçemizden güzel bir sonbahar gününde geçiyoruz. İlçenin çıkışında kahverengi bir tabela dikkatimizi çekiyor. BELEN KAHVESİ 8 Km. Hemen sağa, Belen yoluna giriyoruz. Beş dakika sonra oradayız ve Belen Kahvesinden Ovaya bakıyoruz. Güzel bir şekilde restore edilmiş kahvenin bahçesinde ovaya karşı kahvemizi içiyor ve yorgunluğumuzu atıyoruz. Kahvenin içinde türküde adı geçen, ormancı, muhtar Tevfik ve Bay Mustafa’nın fotoğraflarını görüp türkünün öyküsünü ve türküyü dinliyoruz. Bugüne kadar hep bir aşk ve kıskançlık sonucu Ormancının Tevfik’i vurduğunu düşündüren öykünün öyle olmadığını sarhoş Ormancı’nın taşkınlıklarına engel olamayan Bay Mustafa’nın Ormancı yerine yanlışlıkla Tevfik’i vurduğunu öğreniyorum. Benim için öykü aşk öyküsünden sarhoş muhabbetine indirgeniyor ve köyün iki gencinin pisipisine hayatlarının karardığını anlıyorum.
Kahvelerimizi içip hatıra fincanlarımızı aldıktan sonra yola devam ediyoruz. Muğla, Ula’yı geçip Sakar Geçidine ulaşıyoruz. Gökova Körfezini ve ovayı izleyerek döne döne Sakar’dan iniyoruz. Marmaris yoluna girdiğimizde saatler öğleye yaklaşıyor. Yemek molasını Çınar Restoranda vereceğiz. Sedir adası yolu üzerindeki Çınar Restoran çınar ağaçlarının ortasında yeşillikler içinde, her yerden suların aktığı, ördeklerin, kazların, tavukların serbestçe dolaştığı bir doğa cenneti.
Marmaris’in içinden geçip Datça yoluna devam ediyoruz. 60 km bir yolumuz kaldı. Virajlı ve dar yolu ile ünlenmiş Datça yolu yenilenmiş, genişletilmiş, gereksiz virajlar kaldırılmış. Çok rahat bir yolculukla kâh Gökova körfezini, kâh Hisarönü körfezini seyrederek Datça’ya varıyoruz.
Konaklama için daha önce öğretmen arkadaşlarımızdan ve burada konaklayan arkadaşlarımızdan olumlu referanslar aldığımız Datça’nın merkezindeki Öğretmen Evini seçiyoruz. Doğrusunu isterseniz aynı fiyata ya da beş on lira fazlasına yine merkezde ama hizmeti ve alt yapısı daha düzgün başka otellerde ve pansiyonlarda konaklanabilir. Datça merkezde öğretmen evinin hemen önündeki mavi bayraklı plajdan ya da restoranların önündeki plajdan denize girilebilir. Biz eşyalarımızı odaya bırakıp hemen kendimizi serin sulara bırakıyoruz. Akşam yemeğimizi de Öğretmen Evinde yedikten sonra Datça’yı keşfe çıkıyoruz.
Sahili, limanı, küçük ama hareketli çarşısını dolaşıyoruz. Limana yakın bir yerde “ İzmir lokması “ ve çay molası veriyoruz.
Datça’daki ikinci günümüzde programımızda Datça koylarına yapacağımız tekne turu var. Ramazan ve sezon sonu olması nedeniyle 15 kişiyi zor toplayıp yola çıkıyoruz. 100 kişilik teknede 15 kişiyiz. Datça’nın lacivert sularını beyaz köpüklerle yar yara ilerliyoruz. Koyun ucundaki feneri döndükten bir müddet sonra Dilek Mağarası’nın önünden geçiyoruz. Bozuk paralarımızı denize atıp “ sağlık “ diliyoruz. İlk yüzme molamız Domuz Çukurunda. Türkuaz yeşil sularda yarım saat yüzme molasını değerlendiriyoruz. Molanın sonunda Hayır Bükü Mesudiye’ye doğru yola çıkarken güneşi perdeleyen bulutlardan ilk damlalar düşüyor. Yağmurlu bir eylül öğleninde Hayıt Büküne yanaşıyoruz. Hayıt bükü küçücük bir koy. Birkaç çay bahçesi, birkaç pansiyonun bulunduğu sessiz sakin bir koy.
Çiseleyen yağmurla birlikte demir alıp dönüşe geçiyoruz. İkinci yüzme molamız inceburun koyu. Çiseleyen yağmura rağmen kendimizi lacivert sulara bırakıyoruz. Her kulacımızda deniz lacivert ipiltilerle hareketleniyor. Daldığınızda açık bir lacivertten koyu bir laciverde dalıyorsunuz. Tarifi ve anlatması zor büyüleyici bir duygu. Şimdiye kadar böyle bir duygu yaşamamıştım. Hızlanan yağmurla birlikte Akvaryum koyu, Kargı koyundaki yüzme molalarını kısa tutup, yüzme molalarını çay molaları olarak değerlendirerek Datça’ya dönüyoruz. Gece Lodos fırtınaya dönüyor. Koyda demirlemiş yelkenlilere zor anlar yaşatıyor, iki tanesi demir tarayarak kıyıya vuruyor ve yan yatıyor. Bütün gece lodosun ve dalgaların sesini dinliyoruz.
Lodosun ardından dingin bir sabaha uyandık. Lodos dinmiş, bir gün önce pırıl pırıl olan deniz boz bulanık, kıyıda karaya vuran irili ufaklı tekneler, balıkçıların ve dalgıçların telaşlı koşuşturmaları lodosun ardından kalanlar.
Kahvaltı sonrası yavaş yavaş toplanan bulutların gölgesinde Eski Datça’ya hareket ediyoruz. Eski Datça; Can Baba’nın mekânı. Bakmayın adının Eski Datça olduğuna. Eski Datça’daki bütün sokaklar yenilenmiş, eski Datça evlerine mimar eli değmiş hepsi yenilenmiş. Rengârenk begonvillerin süslediği daracık Eski Datça sokaklarında huzur içinde dolanıyoruz. Müthiş bir huzur ve dinginlik hâkim. Çiseleyen yağmur giderek hızlanıyor. Bizde Can Baba’nın mekânı Muhtar’ın çay bahçesine sığınıyoruz.
Yağan yağmurla birlikte Kızlan’daki yel değirmenlerine hareket ediyoruz. Yağmur nedeniyle birkaç kare fotoğraf çekmekle yetiniyoruz. Yağmur nedeniyle bir ara “Datça’ya dönsek mi ?”, kararsızlığı yaşadıktan sonra Palamutbükü’ne devam ediyoruz. Yemyeşil bir doğa içinde, dağlara inen bulutları izleyerek Yaka köye varınca sola dönüp Palamutbükü ne iniyoruz. Bu arada yağmur diniyor ve güneş yüzünü tekrar gösteriyor. Türkuaz bir denizin kıyısında uzanan yaklaşık iki kilometrelik bir sahil şeridi Palamutbükü. Kıyıya sıralanmış restoranlar, kafeler, pansiyonlar ve önünde uzanan geçme taştan yolu ile çok bakımlı ve temiz bir belde. Bir uçtan bir uca yürüyoruz. Bu arada güneş kendini iyice hissettirince kendimizi serin, tertemiz türkuaz sulara bırakıyoruz. Öğle yemeğimizi burada yedikten sonraki rotamız, yarımadanın en uç noktası KNİDOS. Palamutbükü’nden Knidos’a giden yol çok kötü. Dar, çok virajlı ve satıh bozuk. Sanırım Datça’nın eski yoluda böyle bir şeydi.

Knidos önce bugünkü Datça ilçe merkezinin 1.5 km kuzeydoğusunda Dalacak burnu üzerindeki Burgaz mevkiinde kurulmuştu. Sonra Yarımadanın batı ucundaki Tekir Burnu üzerine taşındı.
Knidos; bilim, mimarlık ve sanatta da oldukça ileri bir kentti. Tarihin büyük astronomi ve matematik bilimcisi
Eudoksus, doktor Euryphon, ünlü ressam Polygnotos ve dünyanın yedi harikasından biri sayılan İskenderiye Feneri’nin mimarı Sostratos burada yaşadı.
Doktor Euryphon ve öğrencileri zamanının ikinci büyük tıp okulunu Knidos’ta kurdular. Eudoksus’un geliştirdiği ve dönemin büyük buluşu olan güneş saati, ören yerinde bugün de görülebilir.
Tarihçi Strabon kenti kıyıdan Akrapolise doğru yükselen bir tiyatroya benzetir. İç ve dış limanı ikiye ayıran yarımada üzerinde özel binalar, iç limanın üzerinden Akropolis’e hafif bir eğimle yükselen yamaçlarda oluşturulan setlerde ise topluma hizmet veren binalar kurulmuş. Doğu batı yönünde uzanan 10 metre genişliğindeki 4 ana cadde setler üzerinde düz olarak yerleşmiş, caddeler arasındaki bağlantı ise merdivenlerle ve eğimli dik sokaklarla sağlanmış.
Şehir 4 km’yi bulan surlarla çepeçevre sarılmış. Askeri liman ile Akropol arasında ve güneydeki ticari limana kadar geniş bir alanı kaplıyor.
Deveboynu olarak bilinen yarımada eskiden adaymış. Baş kısmı karaya bağlanarak her iki yanında suni liman oluşturulmuş. Dolgu alanına da geçişte kullanılmak üzere bir kanal açılmış. Kuzey limanı askeri amaçla kullanılıyor, her iki yanında yuvarlak kontrol kulesi bulunuyor ve ağzı zincirle kapatılıyordu. Kontrol kulelerinden güneyde olanı bugün ayakta. Güneydeki iç liman ise daha büyük ve ticari gemilerin yanaştığı lim
Knidos’un biri 20.000 diğeri 5.000 kapasiteli iki tiyatrosu var. Güneyde, ticari limanın yakınındaki küçük olanı. Akropoldeki büyük tiyatro ise, taşları ve mermerleri 19. yüzyılda gemilerle götürüldüğü için bugüne ulaşamamış.
Ören yerinin en güzel noktası, her iki limana hakim konumdaki Afrodit Tapınağı’dır. Yuvarlak planlı tapınağın çapı 17 metreydi. heykeli tapınağın ortasındaydı. Kapılar heykele açılıyordu. Şimdi heykelin sadece kaidesi görülüyor.
Ören yeri gezisinin ilginç noktalarından biri de Mevsimleri ve zamanı gösteren güneş saatidir. En tepede
Apollon Tapınağı var ve kent oraya doğru bir tiyatro gibi yükseliyor. Aşağıdaki Tiyatronun hemen üzerindeki Korint Tapınağı mimar Stratos’un eseriydi.
Apollon tapınağına giden yolun ortasındaki terasta bulunan Dor tapınağı üzerine erken hristiyanlık döneminde kilise yapılmış.
Ören yerine yapılan kiliselerin renkli mozaiklerle kaplı tabanları bugün de görülebiliyor. Kurtarma kazıları1996’dan beri sürdürülen ve bugüne kadar üçte ikisi tamamlanan Stoa, MÖ 3. yüzyılda Knidos’un ünlü mimarı Sostratos tarafından yapılmış. 113 metre uzunluk ve 16 metre genişlikteki yapıda 5x3.80 m.lik küçük odalar meydana getirilmiş. Odaların hepsi güneye meydana açılmaktaydı.
Kentte yapılan kurtarma kazılarından buluntular ören yerindeki küçük müzede sergileniyor.” ( Vikipedia’dan)
Zamanın kısıtlı olması ve bir rehber eşliğinde gezmediğimiz için yukarıdaki metinde anlatılanların birçoğunu göremedik. Klasikleşmiş Knidos fotoğraflarında yer alan ve arkasında güneşin battığı tapınak sütunları nedense ben de hayal kırıklığı yarattı. Ama şehri çevreleyen surları, yayıldığı geniş yerleşim alanı, iki tiyatrosu, iki limanı ile yaşadığı devirde ne kadar büyük ve önemli bir kent olduğu duygusunu size aktarıyor.
Bir zamanlar ticaret gemilerinin yanaştığı büyük limanda bugün gezi yelkenlileri demir atmış, tarihle iç içe mola veriyorlar.
Knidos’a veda edip Datça’ya dönüyoruz. Datça’daki son akşamımızda sahildeki güzel restoranlardan birinde keyifli bir akşam yemeği ile Datça gezimizi noktalıyoruz.
14 Eylül 2009
Dr. Cengiz TÜMER
Gezi Tarihi: 10 – 13 Eylül 2009
Fotoğraflar için :
http://picasaweb.google.com/mctumer/DATCAGEZISI10130909
http://picasaweb.google.com/mctumer/DATCAGEZISI

5 yorum:

  1. Doktor bey yazılarınızı özlemiştik. Aşk öyküsünden sarhoş vakasına indirgenme, ikinci dalış noktası yazınıza renk katmış. Fotoğraflar da herzamanki gibi etkileyici. Tahmin ediyorum yüzlerce çekim ve harcanan saatler sonrasında bu güzel kareler elde ediliyor. Ya kaybolan valize ne demeli? Ama bizim delikanlı valizsiz de her zorluğu başarır, buna şüphem yok.

    YanıtlaSil
  2. Teşekkürler Bülent, Ayşegül'e ve çocuklara selamlar, sevgiler

    YanıtlaSil
  3. Sevgili Hocam;Gerçekten sinir bozucu bir hafta geçirmişsiniz.Neyse ki kısa da olsa yaptığınız tatil güzel geçmiş ve sizlere ıyı gelmiş.Her zaman olduğu gibi fotolarınızın yansıttıkları süper.Elinize,yüreğinize sağlık.Sevgiler..




    Bu ikinci yorumum birinci nereye gitti bilmiyorum.

    YanıtlaSil
  4. Datça'yı yıllar oldu görmeyeli... Bi' hafta sonu kaçamağı yapmalı mevsim kışa dönmeden...

    YanıtlaSil
  5. İzmir'den ayrıldıktan sonra Arda'yla birlikte biz de Datça'ya uğradık. Eski Datça gerçekten çok keyifli olmuş. Hala oradan aldığımız zeytinyağlarını kullanıyoruz.Yol da Doktorun dediği gibi harika ve çok keyifli olmuş.

    YanıtlaSil