2 Eylül 2009 Çarşamba

DEĞİRMENDAĞI'NDAN KARATAŞA YOLCULUK


İZMİR’İN MAHALLELERİ - 2
DEĞİRMENDAĞI’NDAN KARATAŞ’A YOLCULUK YAŞANMIŞLIKLAR, ANILAR
“…
15 Nisan 1903 Bahçesaray
İş artık bitmişti. Yirmi kadar çift atlı araba köylüler tarafından hazırlanmıştı. Ayrılık selamı başlıyor. Kadınlarla kadınlar, erkeklerle erkekler kucaklaşmaya başlayınca bahçenin içi mahşer yeri olmuştu.
On günden beri ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüş olan masum hemşireciğim Tefide, küçük yavrusu Zemine ile birlikte annesine sarılmış, gözlerinden sicim gibi yaşlar akıyor…
Arabaların ardından halk yürüdü.
Henüz pembe çiçeklerin açarak süslediği bahçeler arasından geçen düzensiz yoldan güçlükle ilerleyebiliyoruz. Beyazsala köyünün önünden hızla geçtik. Kar gibi beyaz, ormanlıklı yüksek dağın eteğinde köylüler tarafından açılmış yol bazen bahçeler arasına bazen dağ eteğine inip çıkıyor. Hava berrak, sakin olmasına rağmen arabaların kaldırdığı tozdan toz duman içinde kalıyoruz.
Şuri ve Bıçkı köyleri geçilmişti. “Vay, vay ana” kayası altında su değirmeni önündeki boza hanede mola verildi. Çay kahve, boza içildikten sonra buradan da ayrıldık. Biraz sonra yol ikiye ayrıldı. Biz bahçeler arasına inen soldaki yolu takiben ilerliyoruz.

19 Nisan 1903
…Güneş batmıştı. Tenha bir deniz ve kazıklı özün kenarı, İn Kerman denilen bu mevkii Akyar körfezinde Rus denizcilerin serbestçe at oynattıkları bir mıntıkadır. Köprüyü geçerek bir seki altında bulunan düzlüğe arabalar çekildi. Geceyi burada geçirdik. Buralar tehlikeli olduğundan sessizce uyuduk.

20 Nisan 1903 Cuma
Erkenden arabalar yola düzüldü. Sağımız deniz solumuzda yan yana sıralanmış büyüklü küçüklü dereler, bayırlar, düzlükler. Birçok inleri bulunan kayalıklar görülür. Fazlaca virajlı yol ile bir düzlüğe çıktık. Bir zamanlar top mermileri ile dövüle dövüle simsiyah olmuş mübarek toprağın üzerinde ot bitmemiş..Tabiatın müstesna olarak gösterdiği bu arızalar içinden geçerken binlerce insanın ölüsünü yutmuş bu bedbaht yurt parçası hayalimizde büyüyor. Acılar içinde kıvrana kıvrana gidiyoruz. Nihayet ezani saat dörtte şehre varabildik.

21 Nisan 1903 Cumartesi
Bugün Türkiye’ye yolcu taşır vapurlar var Göçmenler sabahın erken saatinde iskeleye taşınıyor. Sivastopol Limanının sağında kara içine uzanmış küçük ikinci bir limanın kıyısındaki iskeleye vapur yanaşır. İskelede bir göçmen kalabalığı var. Balyalar tartılıyor, bileti alan vapura koşuyor.
… Vapur üçüncü düdüğü çalınca bağları çözüldü, yavaş yavaş hareket etti.

22 Nisan 1903 Pazar
Ufukta kara belirmeye başladı. Az bir zaman sonra boğaza yaklaştık. Biraz sonra doyulmayacak bir manzara içindeyiz. Boğaziçi
İşte İstanbul Şehri. Karşılıklı istikametlere gidip gelen yüzlerce kayık, vapur. Hâsılı mahşeri bir kalabalık
Akşam ezanına pek az bir zaman kala küçük bir kayıkla üç kişi vapura çıktılar. Vapurun bacası yakınında hazırlanan bir masaya oturdular. İhtiyar göçmenlerden birkaç göçmen çağırarak hasbıhale koyuldular. Sonra ihtiyar masa başında oturduğu yerden açıkladı.
— Muhacirleri üç mıntıkaya gönderiyoruz Eskişehir, Konya ve İskenderun. Düşünün pasaportunuzla gelin kayıt yapalım. Herkes Eskişehir’e gitmek istiyordu. Halkı bir telaştır sardı. Sonunda beş mecidiye veren Eskişehir’e, üç mecidiye veren Konya’ya hiç veremeyende İskenderun’a kaydedilecek dendi…”

Bu göçmen kafilesinin bir kısmı daha sonra İzmir’e geldi ve Değirmendağ semtine yerleştiler. Bugün Bayramyeri olarak bilinen bu semt eskiden Değirmendağ ya da Tatar Mahallesi olarak bilinirdi.

Binrotaizmir ekibinden sevgili Oğuz ile yaptığımız “İzmir’in Mahalleleri” projesinin ikinci ayağını gerçekleştirmek üzere Bayramyeri Dr. Selahattin AKÇİÇEK Kültür merkezi önünde buluşuyoruz.

Bugün Kültür merkezinin bulunduğu alanda bundan 5 – 6 yıl öncesine kadar “Hal” bulunurdu. Hal; Florya Pastanesi, Martı Pastanesi, Ödemiş Eczanesi, Bayramyeri Şekercisi, Küçük ve Büyük Salih’lerin manifaturacı dükkânları, iç bölümde Rüştü Bakkal, Pazar günü Eşrefpaşa Pazarının kurulduğu ve peynircilerin dükkân ve tezgâhlarını açtıkları peynir pazarını kapsardı.

Saat kulesi ben kendimi bildim bileli oradaydı. Hakkında çok fazla bilgim yok ama kültür merkezine adını veren Dr. Selahattin AKÇİÇEK’in (1954 -1955) belediye başkanlığı döneminde yapıldığını biliyorum.

Kültür merkezinin yanında sağa dönerek Değirmendağı’nın sokaklarına giriyoruz. Karşımıza önce benim ilkokulu okuduğum Halit Bey İlkokulu çıkıyor, yanından devam ediyoruz. Zamanının güzel mimari örneklerinden olan cumbalı, iki katlı evler yıkıldı yıkılacak. Ayakta zor duruyorlar.

Biraz yürüdükten sonra Akarcalı Camii karşılıyoruz. Kare planlı taş yapılı bir camii. Çocukluğumda; o zaman çocukların Kur’an ve dini vecibeleri öğrenmesi için yaz tatillerinde Kuran kurslarına gönderilmesi gelenekti. Ben de çocukluğumda, 10 – 11 yaşlarımda bu camide kuran kursuna devam etmiş, müezzinlik yapmış, minaresinden ezan okumuştum. Bahçesindeki ıhlamur ağacı en sevdiğim mekânlardandır. Dindar biri olmasam da, izinli olduğum ya da boş olduğum Cuma günleri bu camiye Cuma namazına gelirim ve bu ıhlamurun altında oturup kendimi dinlerim. Bir nevi meditasyon etkisi yaratır ben de. Sanırım çocuklarıma tek vasiyetim, cenazemin bu camiden kaldırılması olacak.

Cuma namazı için cemaat yavaş yavaş toplanırken biz camiden ayrılıyoruz. Caminin hemen yanında Bülent Bey’in 1945 yılından bu yana babadan oğula geçen Tatar’ların meşhur Şi’börek ( Çıibörek) ini geleneksel usullerle dökme tavalarda yapan dükkânı var. Cuma haricinde her gün saat 14.30 kadar bu lezzete ulaşabilirsiniz. Bizim çocukluğumuz da babası sadece Pazar günleri evlerinde yapar ve satardı. Pazar sabah kahvaltımızın en keyifli yanı sıcak sıcak Çıibörek yemekti. Sevgili Oğuz’a çiböreği tattıramadan yolumuza devam ediyoruz.

385 sokaktan inip, doğduğum evin bulunduğu ve 1968 den 1978 yılına kadar yaşadığım 382 sokağa giriyoruz. Anılarım canlanıyor gözümde. Köşedeki sarı ev Deli Hatçe’nin, karşısında huysuz Müzeyyen teyzenin evi, onun çaprazında alt katında benim doğduğum Menekşe Teyzenin evi, yanında Gedikli Ahmet ve eşi Nuran ablanın evi, karşısında 6 numarada benim çocukluğumun ve erken gençliğimim geçtiği ev, yanında Muhtar’ın evi, karşısında Gündüz ablaların evi onun yanında Postacı Emine’nin evi, onun yanında Şoförlerin evi, uzaktan akrabamız Naciye Teyzemin evi, karşısında Fikret Öğretmenin evi… Liste anılarla birlikte uzayıp gidiyor. Benim yaşımdaki İzmirlilerin çoğunun tanıdığını sandığım Mandolin Hocası Fikri Bey’in küçük orkestrası eşliğinde yapılan sünnet düğünümü, Gedikli Ahmet ağabeylerin evinde bir gece yarısı çıkan yangında yaşadığım korkuyu, 12 Eylül’ün öncesinde güneşli bir şubat günü, sokağın giriş çıkışını tutan polislerin – yanlış bir ihbar ve adres nedeniyle- evimize yaptıkları baskını, göğsüme dayanan silahın soğuk namlusunu, parmak arası “Tokyo” terliklerle plastik topun peşinde koştuğumuz Arnavut kaldırımı sokakların Asfalt Osman ( Belediye Başkanı rahmetli Osman KİBAR) tarafından asfaltlanışını, simsiyah, düzgün ve sıcak asfalt üzerinde yalınayak yaşadığımız coşkuyu, her akşamüstü gelen gevrekçi Cengiz ağabeyi, akordeonu ile maniler söyleyen macuncuyu, her öğlen geçen aşureciyi, pamuk helvacıyı, bahar aylarında çuvallarla gübre satan deve kervanlarını, elinde tefiyle, burnu halkalı ayısı ile “ kocakarıların hamamda nasıl bayıldığını” bize gösteren ayıcıyı, hepsini yeniden yaşıyorum

Kırık çıkıkçı Habip bakkalın evinin önünden geçip 95’in kahvesine doğru iniyoruz. İzmir’in bu bölgesinde yaşayanlar için yıllarca nirengi noktası olmuş, 1974 dünya kupasını seyrettiğim kahveye geliyoruz. 95’in Kahvesinin ilk sahibi Mehmet Vasip Gözükan. 95’in Kahvesi’nin kuruculuğunu yapan; 95 Mehmet adıyla ün salan, Mehmet Vasip Gözükan o yıllarda Faytonculuk yapıyordu. Ticari otomobillerin devreye girmesiyle birlikte faytonculuğu bir kenara bıraktı. Fayton döneminin kapanmasıyla birlikte Mehmet Bey faytonunu sattı. Faytonuna ait olan plakayı da kahvesine isim olarak verdi.

95’in kahvesinin yanından bugün iç içe geçmiş yapılarla beton yığınına dönmüş “İngiliz Bahçesi” ne yöneliyoruz. Ortasından betonla kapatılmış bir dere ya da kanalizasyonun aktığı, onlarca çitlembik ağacıyla kaplı, çevrede oturanların baharda ve hıdrellezde piknik yaptığı, bizim kargı, gazete kâğıdı ve un-su karışımı tutkalımızdan yaptığımız ve kuyruğuna jilet bağlayarak diğer uçurtmanın ipini kesmeye çalıştığımız uçurtma savaşlarını yaptığımız İngiliz Bahçesi. Şehrin nefes aldığı noktalardan olan bu bahçe artık yok. Yerinde iç içe geçmiş, nefes almanın bile zor olduğu bir beton yığını var.

Yol çatallaşıyor. Soldan devam edersek Karataş Yahudi Hastanesine sağdan devam edersek Kız Lisesine çıkıyor. Biz her ikisini de görmek istiyoruz.

Semtin önemli merkezlerinden biri olan Karataş Hastanesi, Cumhuriyet'ten önceki adı "Hahambaşı" olan ve Cumhuriyet'in ilk yıllarında "İcadiye"ye dönüşen 336. Sokak'ta, Yahudi Cemaati'ne ait olmak üzere kurulur. İzmir'de Yahudilere ait ilk hastanenin, salgın hastalıklara karşı 1827 yılında kurulduğu görülür. Jasue Kuriel adlı bir kişinin konutu iken hastaneye döndürülen bu ilk yapı yetersiz gelmeye başlayınca 1837 yılında genişletme çalışmaları başlar ve satın alınan ikinci bina hastaneye katılır. 1874 yılında, hastaneye büyük yardımlar yapan Baron Rotschild'ın adı verilen hastanenin, söz konusu yardımın 1905 yılında kesilmesi nedeniyle 1911 yılında kapanması ile bu alanda çaresiz kalan Yahudi Cemaati ve şehrin ileri gelenlerinden Nesim Levi Bayraklı, 1913 yılında kendi evini bu iş için bağışlar. Cemaat yönetimi, bu eve bitişik olan üç evi de satın alıp yıktırır ve 1914 yılında alınan izinle, ilk yöneticisi Doktor Herman Spirer olan hastane günümüzdeki yerinde hizmete başlar. Birinci Dünya Savaşı sırasında diğer azınlık hastaneleri ile birlikte millileştirilen hastane savaş sonunda cemaate geri verilir. Uzun yıllar "Yahudi Hastanesi" adıyla anılan hastane, İzmir'de gayrimüslimlere ait olup, XIX. Yüzyıl'dan günümüze kalabilmeyi başarmış iki hastaneden biridir. Günümüzde her dinden hastaya hizmet vermektedir.

İttihat ve Terakki Ticaret Mektebi olarak inşasına başlanıp, sonraları Hellen Üniversitesi, İzmir Erkek Öğretmen Okulu olan İzmir Kız Lisesi; Hemen karşısında Belçika Tramvay Şirketi Yönetim Binası olarak inşa edilip, sonraları ESHOT Umum Müdürlüğü ve Sayaç Atölyeleri olarak kullanılan bugünkü Akademi İksev; biraz ilerisinde Türkocağı olarak inşa edilip daha sonra Halkevi olan Devlet Tiyatrosu Konak Sahnesi Karataş’taki önemli yapılar.

Karataş’a doğru yürüyoruz. Köşede tarihi Karataş Hoşgör Hamamı karşılıyor bizi. ; Varlığını iki yüz yıldan fazla zamandır sürdüren Hoşgör Hamamı; 1995 yılında kurulan İzmir Cumhuriyet Eğitim Müzesi; 1890'ların başında Nur Kamer Hanım tarafından inşa ettirilen Kameriye Camii ile İngiliz Bahçesi altındaki Hacı Cevat Başçı Camii; Musevi Cemaati'nin İzmir'deki en büyük ibadet yeri olan Beth İsrael Sinagogu

Tarihi asansöre doğru devam ediyoruz. Bölgenin en önemli ve eşsiz yapısı hiç kuşku yok ki, tarihi Asansör'dür. Mithat Paşa Caddesi ile kırk metre yükseklikteki Şehit Nihat Bey Caddesi arasında ulaşımı sağlamak amacıyla, Yahudi işadamı Nesim Levi tarafından 1907 yılında yaptırılır. Aynı zamanda ünlü Bayraklı Mağazası'nın da sahibi olan Levi'nin Paris ve İtalya'dan getirttiği mühendislere çizdirdiği plana göre, eski taş ocağının bulunduğu yere inşa edilen asansör kulesi üç kattan oluşmaktadır. Birinci Dünya Savaşı sırasında Asansör'ün alt katı kumarhane, orta katı fotoğrafhane, üst katı da sinema olarak kullanılır. Su gücüyle çalışan ve Karataş Yahudi Hastanesi'nin başlıca gelir kaynaklarından birini oluşturan Asansör, zaman içinde çeşitli kişilere kiraya verilir. Cumhuriyet'in ilk yıllarında dönemin oldukça popüler Gençlerbirliği Cemiyeti Lokali olarak kullanılan yapının sinema bölümü küçük bir düzenleme ile tiyatro salonu olarak hizmet verir.Asansör, 1942 yılında Şerif Remzi Reyent tarafından satın alınır. 1887 yılında doğan Reyent, Türk incirini dünyaya tanıtan kişi olarak bilinen ve İzmir Ticaret Odası ile Kuru Meyve İhracatçıları Birliği Başkanlığı da yapmış bir iş adamıdır. 1960'lı yılların ortalarında İzmir Belediyesi ile Şerif Remzi Reyent arasında anlaşmazlık çıkar ve Asansör kapatılarak depo olarak kullanılır. Reyent, 11 Şubat 1973 tarihinde vefat eder ve bir zaman kaderine terk edilen Asansör 1983 yılında yeğeni Ayla Ökmen tarafından İzmir Belediyesi'ne bağışlanır. 1985 yılında Tansaş tarafından restore edilen Asansör eşine az rastlanır bir yapı olarak hem asansör, hem de kafe / bar/ restoran olarak hizmet vermeyi sürdürmektedir.

Asansörün bulunduğu sokağa Dario Morenonun adı verilmiştir. 1921 yılında Mezarlıkbaşı semtinde doğan Dario 4 yaşında babasını kaybeder. Yahudi yetimhanesinde büyür. Kardıçalı Hanında bir avukatın yanında işe başlayan Dario, bu arada akşamları Milli Kütüphaneye giderek kendi kedine Fransızca öğrenir, bir gitar alarak gitar çalmaya ve şarkı söylemeye başlar. O zamanki Konak Vapur İskelesinin üstündeki lokalde sahneye çıkar, ardından Kordonda ki eski NATO yeni Orduevi olan binanın yerinde olan gazinoda sahneye çıkar. Artık bütün İzmir tarafından tanınmaktadır. Annesi ile birlikte Asansör sokağında aldıkları eve taşınırlar. Askerliğini Akhisar Orduevinde yapar. İzmir’e döndükten bir süre sonra Paris’e gider ve orada yerleşir. Amerika da kazandığı bir yarışmadan sonra Fransız bayrağını göndere çekmek isteyenlere karşı çıkarak göğsünden bir Türk Bayrağı çıkarır ve “ – Ben İzmirli bir Türküm” der. İzmir aşığı olan sanatçı ölümünden sonra İzmir’e gömülmesini vasiyet etmesine rağmen 19 yılında İstanbul’da ani ölümünden sonra cenazesi annesi tarafından İsrail’e götürülür ve oraya defnedilir.

Tarihi Asansör’ün kafeteryasında verdiğimiz neskafe molası ile bugünkü gezimizi tamamlıyoruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder