GİZEMLİ BİR ANTİK YERLEŞİM; GERGA
Ben
Marsyas. Çineli Çoban Marsyas. Bir gün koyunlarımla dağları, tepeleri
dolanırken bir kaval / Flüt buldum. Kendi kendime çalmayı öğrendim. Gün
geçtikçe kendimi geliştirdim. Artık ünüm tüm Karia bölgesine yayılmıştı. Tabii
bu Tanrıça Apollon’un da kulağına gitmiş. Kendisi Lir çalardı. Bir söylenceye
göre benim dağlarda bulduğum flüt de o’nunmuş, çalmayı beceremeyince fırlatıp
atmış ve Lir çalmaya başlamış. Beni duyunca celallenmiş; “ Kimse, benden daha
iyi müzik yapamaz, enstrüman çalamaz” diye. Yarışalım demiş, yarıştık. İlk
turda yenişen olmadı. Apollon; enstrümanlarımızı bir de tersten çalalım dedi.
Jürideki Kral Midas kabul etmese de diğer iki jüri kabul edince bir de tersten
çalmayı denedik. Apollon lirini ters çevirince çalabildi ama ben flütümü ters
çevirince çalamadım. Apollon “tamam” dedi “Kazandım.” Kral Midas kabul etmedi.
Tanrıça kızdı ve Midas’ın kulaklarını eşek kulaklarına çevirdi, beni de bir
Tanrıça ile yarışma küstahlığını gösterdiğimi ileri sürerek canlı canlı derimin
yüzülmesine hükmetti. Benim derim yüzülürken çok üzülen peri kızları Muse’ler
gözyaşları döktüler, o kadar çok ağladılar ki gözyaşları çay oldu adına da
Marsyas Çayı dediler.
Bir
çok medeniyetler geldi geçti kıyılarımdan. Karyalılar, Likyalılar, Persler,
Büyük İskender…
Yıllar
yıllar sonra Romalılar gelip yerleşti kıyılarıma. Yazın usul usul akarım ama
kış sonu ve ilkbaharda coşarım önüme ne var ne yok sürüklerim. İşte Romalı Vali
de benim üzerime köprü yapmaya çalıştı ama her defasında coşkun sularımla
yıktım sürükledim köprüyü. Sonunda pes eden vali bir yarışma açtı. Ve duyurdu
ki “ Kim bu çayın üzerine dayanıklı, yıkılmayan köprü yaparsa biricik kızımla
evlendireceğim.”
Bir
yurttaş geldi ve yaz aylarında üzerime bir köprü yaptı. Kışı bekledi ilkbaharı
bekledi. Benim coşkun sularıma dayandı köprü yıkılmadı. Valiye gitti; “
İstediğiniz köprüyü yaptım, kış geçti, bahar geçti azgın sular yıkamadı
köprüyü, siz de sözünüzü tutun kızınızla evlendirin beni.” Dedi. Vali yanaşmadı
kızını vermeye ve genci köprünün üzerinden çaya attırdı. Son nefesinde beddua
etti genç “Bu köprüden gelin geçmesi nasip olmasın” diye O günden bugüne bu
köprüden hiçbir gelin geçemedi. Köprünün adı da “ Gelin Geçmez Köprüsü” kaldı.
Yıllar
yıllar geçti. 1990 yıllarında önüme set çekmeye başladılar. Suyumun önünü kesip
baraj yapacaklarmış. Ve yaptılarda. 1995 yılında da hizmete açtılar. Artık o
güzelim, o zarif köprü suların altında kaldı.
Güzel
bir Ocak günü. Baraj gövdesinin ardında sessiz sakin uzanıyorum. Yukarılardan,
uzaklardan Alabayır Köyü tarafından sesler geliyor. Benim öykülerimi konuşuyorlar.
Bir yandan da boyunlarındaki makinelerle çevrelerini, devasa kayalıklarımı,
üzerimde parlayan güneş ile gümüşi renge dönen gölümün fotoğraflarını
çekiyorlar. Anladığım kadarıyla gizemli GERGA ‘ya doğru gidiyorlar.
Bunca
yıllık geçmişime rağmen benim için de gizemini koruyor GERGA. Çok medeniyetler
gördüm; Karyalılar, Likyalılar, Büyük İskender, Helenler, Romalılar... Ama
GERGA… Benim için de gizemli… Bugüne kadar hiçbir kazı çalışması yapılmaması
nedeniyle gizemini ve sırrını koruyor. Ara sıra çobanlar, kaçak define avcıları
son zamanlarda da doğa yürüyüşçüleri ve fotoğrafçılar geliyor.
.
. .
Aracımızı
Alabayır Köyünde bırakıp kendimizi patikaya vurduk. Güzel bir Ocak Pazar
gününde kâh bayır inerek kâh bayır çıkarak Çoban Marsyas’ın çoban arkadaşlarına
selam vererek Marsyas’ın dev kaya blokları arasında iki saate yakın yürüdük ve
bir tepeden Çine Adnan Menderes Barajını gördük.
Önümüzde gümüş bir göl gibi
sessiz sakin uzanıyordu. Taş duvarlardan, ağaç dalları ve çalı çırpılardan
yapılmış kapılardan geçtik. Sonunda bir yamaca kurulmuş GERGA’ya ulaştık.
Klasik Türkiye konusunda uzmanlaşmış olan bir arkeolog ve yazar olan ve
Anadolu’nun antik kentlerini dolaşan Bean’in “ Burada ki kalıntılar öyle dikkat
çekici ve alışılmadıktır ki, bana göre daha büyüleyici bir yer yoktur.” Dediği
Gerga’ya.
Bir
kent mi, bir köy mü, sadece bir tapınak mı, yoksa bir ibadet merkezi mi?
Bilinmiyor. Helen mi, Karya mı, Roma mı? Bilinmiyor. Her bulgu bir diğerini
çürütüyor. Civarda mermer yatakları olsa da binaların yapımında mermer
kullanılmamış bölgenin kayalarından inşa edilen binaları incelediğimizde,
taşların üst üste konularak, ancak mimari bir teknik ve büyük bir ustalıkla
yerleştirildiklerini ve özellikle tapınak olduğunu düşündüğümüz yapının
tavanının ahşap görünümlü bir teknikle yapıldığını hayranlıkla izliyoruz.
Gerga
geniş bir alana yayılmış. Akropol diyebileceğimiz, yamacın en yüksek kısmına
dev kaya bloklarını üst üste koyarak tapınak olduğunu düşündüğümüz bir yapı
yapılmış ve üçgen alınlığında GERGAKOS yazıyor.
Bu
ufak Karya yerleşiminin tarihi hakkında fazla bir bilgi bulunmamasına rağmen
yerleşim içerisinde 19 – 20 değişik yerde kayalara kazınmış boyu 70 cm ile 1,5
metre arasında değişen “ GERGA” ya da “ GERGAKOM” yazıları dikkat çekiyor.
Trafik levhası gibi.
Tepenin
üzerine doğru kuzeydoğu yönünde devam edilirse yerleşimin merkezi olduğu
düşünülen genişçe bir alana ulaşıyoruz. Bu bölgede çevreye dağılmış pek çok
taş, heykel kaidesi, mezar ve duvar kalıntıları görülüyor. Şehirden kalan bu az
miktarda bulgunun Roma dönemiyle bağlantılı olduğu sanılıyor. Yerleşimde
Helenistik yapılaşmanın izleri görülmüyor. Gerga’daki anıtsal görünümdeki
yapıların ve heykellerin antik çağ izleri taşıyan gizemli yapılar oldukları
düşünülüyor. Buna rağmen antik çağın ünlü yazarları Strabon, Plinius ve Herodot
bu yerleşimden söz etmemişler. Sarp kayalar üzerinde kurulu günümüzde bile
güçlükle ulaşılan yerleşim hakkında az miktarda bilgiyi Fransız Gezgin
Cousin’den almaktayız.. O tarihlerde yerleşim bölgesinde büyük heykeller
olduğundan bahsetmesi burasının anıtsal bir bölge olduğunu veya anıtsal bir
mabedin çevresinde kurulmuş küçük bir yerleşim olduğunu düşündürüyor. Gerçekten
de tapınak olarak düşündüğümüz yapının hemen yanında kaidesinde devasa ayak
parmaklarının bulunduğu bir heykel devrilmiş yatıyor. Muhtemelen ayaktayken
frontal bir pozisyonda olan heykel Helen ve Roma medeniyetlerinde görülmeyen
bir eser.
Tapınak
yapısının hemen önünde ve tapınak tan yaklaşık iki metre aşağıdaki düzlükte;
üzerinde GERGA yazan iki adet dev kaya stel ( dikilitaş ) dev kayalarla
desteklenmiş şekilde halen ayakta. İki stel arasında yaklaşık 100x100 cm kare
bir çukur ve etrafında yine destek taşları var. Bunun hemen önünde bir metrelik
sekinin alt kısmında başı olmayan, devrilmiş devasa bir çıplak kadın heykeli –
Kybele ?- görüyoruz.
Ayakları ve göğsünün üzerindeki elleri sağlam. İlginçtir
ki göbek deliği bile var. Söylenene göre 5 – 6 yıl öncesine kadar bu heykel
ayaktaymış. Güneyde ki Stel’in hemen yanında 150 x 150 cm boyutlarında yekpare
kayadan oyma, olukları bulunan düz bir kaya yer alıyor. Muhtemelen Sunak diye
düşünüyoruz.
Kuzey
doğuya biraz daha yürüdüğümüzde, kenarları çok güzel işlenmiş masa gibi düz bir
devasa taş görüyoruz. Bunun hemen üzerinde ve tapınağa çapraz konumunda küçük
bir kulübe ve bunun çaprazında aslan ve boğa başı kabartmalarıyla süslenmiş,
içindeki oluktan anladığımız kadarıyla çeşme olduğunu düşündüğümüz bir yapı
var.
Tekrar
doğuya ve güneye ilerlediğimizde yine bir sekiden inilen düzlükte önü tamamen
vadiye bakan açıklıkta dev kayalardan inşa edilmiş yaklaşık beş metre çapında
ve sınırları bugünkü kaldırım taşı gibi taşlarla çevrelenmiş, yası taşlarla
düzeltilmiş bir alanla karşılaşıyoruz. Burası için gerçekten bir yorumda
bulunamıyoruz. Sanki bir helikopter – UFO – pisti gibi.
Fotoğraf
molamızın ardından gizemlerimize yeni gizemler ekleyerek tekrar patikaya
vuruyoruz. Önümüzde iki saatlik zorlu bir yürüyüş bizi bekliyor.
26 Ocak 2020
Yazı ve Fotoğraflar:
Mehmet Cengiz TÜMER
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder