31 Ağustos 2009 Pazartesi

SULUBOYA HATIRALAR YA DA PEMBE TRAMVAY

Ve günlerden bir gün; İzmir, son yılların en soğuk Şubat ortalamasını yaşarken, yine düştük yollara. Bu sefer Değirmendağı vardı rotamızda...


Evet, hava soğuk. Birkaç gündür esen deli bir poyraz, sabahın erken saatlerinde bıçak gibi kesmeye devam ediyor insanın nefesini. Göz yaşartıyor.


Ama her adımında sıcacık yaşanmışlıklarla dolu bir mahallenin daracık yollarını arşınladıkça, bu sokakların bizlere anlattıklarıyla doğru orantılı olarak güneşin de aydınlık yüzünü gösterdiğini, bu yüzden önce yün eldivenlerimizden, sonra berelerimizden ve en sonunda da boynumuzu saran kalın atkılarımızdan birer birer sıyrıldığımızı en baştan belirtmeliyim.


•••


Ben, mahallenin ne olduğunu bilerek büyüdüm. Sokaklarda top koşturdum, saklambaç kovalamaca kovboyculuk evcilik körebe birdirbir uzuneşek oynadım, düşüp dizimi kanattım, sol kolumu kırdım, yukarı mahallenin çocuklarıyla kavgalar yaptım, kafamı yardım, yürüyerek gidip geldiğim okullarda okudum, acıktığımda eve koşup bir dilim ekmekle karnımı doyurdum... Kısacası hayatı, önce mahalle içinde tanıdım.


Yaşları biz ve bizden önceki kuşaklara yakın olanlar, ister benim gibi bir kasabada, ister büyük bir kentte büyümüş olsunlar benzer deneyimler yaşamışlardır elbet... Peki ya bizden sonrakiler? Ya çocuklarımız?.. Onların da hayatı yakından tanımaları için belki elimizden geleni yapıyoruz. Ama daha çok alışveriş merkezlerinin steril ortamlarında, büyük marketlerin reyonlarında sosyalleşiyorlar; komşulara ya da büyük-annelere değil, kreşlere emanet ediliyorlar. Peki onlara "mahalle"nin gerçekte ne olduğunu nasıl anlatacağız?


“Kentler ilçelerden, ilçeler köyler ya da semtlerden, semtler mahallelerden, mahalleler ise sokaklardan oluşmuştur çocuğum” türünden son derece demografik ve didaktik bir yaklaşım yeterli olur mu sizce?


•••


Değirmendağı’nın denize doğru dimdik inen sokaklarında, hâlen dahi eski mahalle yaşamından izler buldukça açıldı ufkum ve sıyrıldım bu düşüncelerden. Çünkü eskisi kadar olmasa da Değirmendağı, benim bildiğim anlamda bir mahalleydi sonuçta. Ve bu mahalle, suluboya ile yapılmış bir resim gibi kaldı usumda...


Bayramyeri Saat Kulesi’nden Karataş sırtlarına kadar uzanan Değirmendağı, geçmiş günlerde çok kültürlü bir yapıya sahipmiş. Merkezinde Akarcalı Camii bulunan mahallenin üst kısımlarında 1903’den beri Tatar Türkleri yaşarmış. Karataş sahili ise çok daha eskiden ve boylu boyunca Yahudilerin yurduymuş. Tatarların ünlü Çiiböreklerinin kokusu, Yahudilerin sadece özel günlerde ve bayramlarda pişirdikleri milli yiyecekleri Boyoz’un çıtır çıtır lezzetine karışırmış. İhtimal bu ya; mahalle halkı hep birlikte İngiliz Bahçesi’nde toplanır, yemyeşil bir vadi boyunca uzanan çitlembik ve servi ağaçların gölgesine uzanır, kurdukları sofralarda işte bu özel lezzetleri birbirleriyle paylaşırlarmış. Çaylar ise mutlaka 95’in Kahvesi’nden ısmarlanırmış.


Bugün 95’in Kahvesi, yerli yerinde duruyor. Ama İngiliz Bahçesi bir hayli kırpılmış. Geriye, adını Zeki Müren’den alan orta halli bir park kalmış. Boyoz ise İzmir ile özdeş bir börek artık günümüzde…


Bu çok kültürlü yapı, 50’li yıllardan itibaren kırılmaya başlar. 1948’de İsrail devletinin kurulmasıyla birlikte Yahudilerin büyük bir bölümü, kendilerine tahsis edilen bir feribota binerek kafileler halinde ayrılırlar yurt bildikleri topraklardan, yurt olarak bilecekleri yeni topraklara ya da bilinmeze doğru... Rumlar ise çoktan göçmüşlerdir zaten, geriye anıları kalmıştır.


Yine de Karataş, bu kimliğini daha uzun yıllar korumasını bilir. Semtin geçmişine bugün de tanıklık eden Asansör, Dario Moreno Sokağı ve elbette Beth İsrael Sinagogu’nun her bir yapı taşında Yahudi izlerini görmek hâlen mümkündür... Ama bu izleri takip etmenin sanırım en çarpıcı örneği Karataş Hastanesi’nde aranmalıdır. Son derece çirkin, çividi mavi apartman katlarından oluşan yeni binaları kastetmiyorum elbette. Aynı bahçede yer alan eski binalara dair sözlerim...


1827 tarihli yapı, takip eden yıllarda yapılan yeni eklemelerle gelişip genişlemiş ve hem hastane, hem de bir tür düşkünler yurdu olarak kullanılmıştır. Hiç kuşkusuz hastanenin özel tarihindeki en önemli isim ise Baron Rothschild olmalıdır. Ataları gibi Yahudi Cemaati’nin önde gelen bu ismi 1874’den 1905’e kadar yaklaşık 30 yıl boyunca hastaneyi himayesi altına almış, koruyup kollamıştır. Belki de dünyanın en zengin ailesinden gelen Rothschild’ın ardılları, bildiğiniz gibi halen dahi dünya siyaset ve ekonomisinde önemli bir rol oynamaktadır. Aynı aileden başka bir Rothschild’ın (kimbilir, belki de aynı kişidir) ölümünden sonra Louvre Müzesi’ne bağışladığı (1935) özel koleksiyonunun paha biçilemez olduğunu da hatırlatalım.


Karataş’ta görülecek daha bir çok nokta var elbette. Değirmendağı’na doğru çıkan merdivenli sokağın hemen başındaki Cumhuriyet Eğitim Müzesi, bunlardan biri örneğin. 1995 yılında oluşturulan müze, Sakız tipi taş bir konaktan dönüştürülen eski bir okul binasında (Duatepe İlkokulu – Yenisi müzenin hemen karşısında) hizmet veriyor. Neredeyse 200 yıldır sularından şifa ve sağlık fışkıran Hoşgör Hamamı ile de komşudur bu müze…


Bir başkası ise İzmir’in köklü eğitim kurumlarından Kız Lisesi. 1911’de Fransız mimarlar tarafından yapılan bir binada genç kuşakları yetiştirmeye devam eden İzmir Kız Lisesi, Kurtuluş Savaşı sırasında Hellen Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi olarak kullanılmış. İşgale gelmiş bir devletin, önceliğini eğitime vermesi bence son derece ilginç bir detay… Rivayete göre 1902 yılında, sonradan okulun inşa edileceği alana düşen kara renkli bir göktaşı nedeniyle semte Karataş dendiği de başka bir ilginç detay...


1924 tarihli Türk Ocağı binasının da Konak’tan çok Karataş’a yakıştığını belirtmeliyim. Mimar Necmettin Emre imzasını taşıyan bu bina, Ulusal Mimarlık Akımı’nın İzmir’deki önemli örnekleri arasında sayılıyor. Uzun yıllar Halk Evi olarak kullanılan bina, insanların düşüncelerini yeşertip geliştirdiği için giderek korkulan kurumlara dönüşen Halk Evleri’nin kapatılması üzerine bir dönem âtıl kalmış, arkasından da Devlet Tiyatroları’na devredilmiş. 1954’den bugüne DT Konak Sahnesi burası...


Geldik benim için en anlamlı noktaya. 22 yıldır İzmir’in kültür ve sanat hayatına yön veren İKSEV (İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı), 20’nci yüzyılın başında Belçika Tramvay Şirketi adına yapılan, daha sonraları da ESHOT Umum Müdürlüğü ile Sayaç Atölyeleri’ne ev sahipliği yapmış bu binada yaşıyor. Yakın zamanda Nevvar ve Salih İşgören çifti tarafından aslına uygun olarak restore edilerek İzmir Büyükşehir Belediyesi’nce İKSEV’in kullanımına verilen bu taş binanın “ne anlamı varmış” demeyin lütfen! Anlamı, yapılış amacında…


İstanbul’dan çok değil 14 yıl sonra elektrikli tramvay hatlarına kavuşur İzmir. Tarih 1928’dir. Konak’tan Güzelyalı’ya kadar İzmir’e özgü bir şekilde “pembe” renkleriyle ve çın çın çınlayarak gidip gidip gelir bu yolda tramvaylar. Konak’tan Alsancak’a ise atlı tramvaylar çalışır. Tıpkı Karşıyaka’daki üç ayrı yöne koşan hat gibi: Soğukkuyu, Alaybey ve Bostanlı hatları…


İşte tüm bu pembe tramvayların bir zamanlar merkezi olan bina, bence derin anlamlar yüklü. Çünkü yakın tarihimizde her olumsuz olayın başlangıcı sayılan bir dönemde silinip çıktılar İzmir’in hayatından tramvaylar. 1954’de alınan bir kararla bir gecede seferden kaldırıldılar ve hatları sökülüp bir kenara atıldılar, sonra da pembe bir düş gibi unutuldular.


Çevreye duyarlıymış, usul usul kendi yolundan gidermiş, benzin mazot lastik istemezmiş… Ne gam!.. Onları nasıl olsa büyük ağabeyimiz, bedava fiyatına bize veriyor ya?!.


İşin ilginç yanı yaklaşan seçimler öncesi, mevcut belediyenin en önemli projesinin tramvaylar olması. Bir de Körfez’e yeni iskeleler düşünülüyormuş. Bunlardan biri de Karataş Lisesi’nin önüne yapılacakmış. Eskiden iskele olan aynı yere elbette...


•••


İzmir, geleceğini geçmişinde arıyor. Bence iyi de yapıyor. Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler bırakıp gitmiş de olsa bu toprakları, bir şekilde hâlâ onlardan bize miras kalan izler yaşıyor, yaşatılıyor.


Bu yüzden en kısa zamanda Eylül Ada’yla birlikte bir daha dolaşmalıyım bu yolları. Pembe tramvayları anlatmalıyım ona. Ve göstermeliyim hemen; suluboya tadındaki mahallelerin daracık sokaklarında “oyun” oynayan çocukları…

– Mart 2009

2 yorum:

  1. Sadece iki kez geldiğim İzmir'de pembe tramvayları hayal etmek bile çok mutlu etti beni.Ne güzel oldu sıkıcı bir pazartesinde bu yazıyı okumak:)Yüreğine sağlık.

    YanıtlaSil
  2. sevgili Oğuz, çok teşekkürler. Bu arada Canburak ERASMUS için İtalyaya gitti, giderken benim laptop'u aldı. Onun masa üstü bilgisayarı bana kaldı ama bir problem var , blogger'a giremiyorum. o nedenle sana teşekkürde geciktim. Çok sevdiğim bu yazını bir kez daha keyifle okudum

    YanıtlaSil