ERNEST
HEMINGWAY’İN İZİNDE KÜBA
Birçok yazarın esin kaynağı,
travmalarından ve savaşlarından ölümsüz eserler çıkarmış, yüreğinin özel
ibriğinden sızdırdığı kelimelerini sonsuzluğa mühürleyen yazar, Ernest
Hemingway…
Çocukluk travmasından sonra sert, bazen
kavgacı, ama özünde sonsuz sevgi dolu bir adama dönüşmüş sanki. Annesinden
nefret edip, sonunu babası gibi yazan bir adam o. Zıt duygular nasıl da bir
arada insanın içini kemiriyor, sonunda nasıl da ailemize dönüyor ve hatta
dönüşüyoruz…
Savaşlardaki fütursuz cesareti, sürmeyen
evlilikleri ya da belki sürmesi gerektiği kadar süren evlilikleri, hep yazmak
için hayatını konumlandırarak yaşamış gibi. “Yazarlar böyledir bazen” deyip geçilebilir de belki, evet.
Ben yine de aslında onun çok mutlu olduğu bir hayat yaşadığına eminim kendimce.
Sonuçta mutluluk anda gizli ve hiç kuşkusuz Ernest Hemingway, anı yaşamayı
başarmış.
Ernest, 21 Temmuz 1899’da,
ABD’nin Illinois eyaleti, Chicago şehrinin batısında bulunan küçük bir
şehir’de, Oak Park’ta, Clarence Edmond ve Grace Hall çiftinin beş çocuğundan
birisi olarak dünyaya geldi. Babası Clearence bir tıp doktoru, annesi Grace
ise, müzik öğretmeniydi.
Çocukluğunu yaşarken özellikle annesiyle
ilişkisi bambaşkaydı. Kaynakların söylediğine göre, Grace, Ernest’e, 6 yaşına
kadar kız elbiseleri giydirmiş, saçlarını da hep uzun bırakmıştı. Daha da
önemlisi ona “Ernestie” denmesini
sağlıyordu. Bir kız çocuğu olmasını o kadar çok istemişti ki, Ernest’te büyük
bir travmaya sebep olduğunun farkında bile olamadı. Bu durum, onun annesine
öfke beslemesine sebep olmuştu.
Bu travmanın etkilerini hep
hissedecekti. Ernest’in yetişkin yaşlarından arkadaşı John dos Pssos, yıllar
sonra arkadaşının annesi ile ilişkisi konusunda şu cümleyi kuracaktı:
“Hemingway, hayatımda tanıdığım, annesinden gerçekten nefret eden tek
insandır”. Her insan göbek bağıyla bağlı olduğu annesine karşı, hiç kuşkusuz
her duyguyu uç noktalarda besliyordu…
Babasıyla da özel bir bağları vardı. Bir
gün abisi ve kardeşi dereden geçerken bir kaza geçirmiş ve abisinin
bademcikleri delinmişti. Babası kanı dindirirken, Ernest'in kanı donmuştu.
Oğlunun gözlerindeki dehşete tanık olan babası, onu yanına aldı ve bu gibi
acılı durumlarda ıslık çalmasını öğütledi. Bu öğüdü kulaklarında çınlatırcasına
duyurdu içine ve hiç unutmadı. Ne zaman acılı bir an yaşasa, hep ıslık çaldı.
Yaz tatilleri, ailecek Michigan Gölü
kıyısında yazlıklarında geçti hep. İşte bu yaz tatilleri sırasında öğrendi,
balık tutmayı, açık hava sporlarını ve bir de avlanmayı. Zamanla hepsi hayatına
birer tutku olarak yerleşecekti…
Ernest liseden mezun olduğunda 1917’ydi
ve I. Dünya Savaşı hala devam ediyordu. İlk makalelerini yazmaya da lise
sıralarında başlamıştı. Yazdıklarını okul gazetesi “Trapeze”de yayımlanıyordu. Dönemin ünlü spor köşe yazarı Ring
Lardner, onu gerçekten çok etkiliyordu. İşte bu sebepten yazılarını “Ring Lardner Jr” takma adıyla
yayımlatıyordu. Liseyi bitirdiğinde ailesi elbette üniversiteye devam
etmesinden yanaydı. Ama o, bunun yerine Kansas City Star gazetesinde muhabir
olarak çalışmaya başlamayı tercih etti.
Gazetedeki işinden ayrılıp Kızılhaç’taki
görevine başladı. Gazetede kaldığı süre kısa olsa da burada ne çok teknik bilgi
öğrendi. Bu bilgileri hatırına ömürlük mühürledi de gitti Kızılhaç’a. Yıllar
sonra şu kısacık gazetecilik serüvenini ışıldayan gözlerle şu cümlelerle
anacaktı: "Gazetecilik
yıllarında öğrendiğim kurallar en güzelleri idi ve de tüm yazarlık hayatım
boyunca onları unutamadım".
Aylar ayları kovaladı. Orduda günleri
hep daha hırslı çalışarak geçiyordu. Tarihler 8 Haziran’ı gösterdiğinde bir
patlama duyuldu. En şiddetli duyanlardan biri Ernest’ti. Çünkü sadece birkaç
adım ilerisinde patlamıştı o Avusturya topu. Ağır yaralıydı. Bu anı daha sonra
bir arkadaşına mektubunda anlattığı satırlarda şunları yazacaktı: "Bazen savaşta ön saflarda büyük bir
gürültü duyarsın, ben de aynı gürültüyü duydum; ardından ruhumun sanki bir
mendilin cepten çekilişi gibi benden çekildiğini hissettim. Son olarak ise
ruhumun bir bütün halinde tekrar bedenime döndüğünü fark ettim ve de o andan
itibaren benim için ölüm yoktu".
Milano’da bir hastanede tedaviye alındı.
İşte Agnes von Kurawsky ile de burada tanıştı. Arnes tedavi gördüğü hastanenin
hemşiresiydi ve Ernest, yaralarını saran bu kadına aşık olmuştu… Kalbini
aşkla dolduran Agnes ile birlikte ABD’ye, evine dönme ve onunla evlenme
hayalleri kuruyordu ki…
Âşık olmuş ve terk edilmişti…
Bu ilişki, “Silahlara Veda” adını verdiği ölümsüz eserine konu
olacaktı…
Ernest Hemingway ve James Joyce,
döneminin iki efsane ismiydi ve onlar yakın dosttu. Özellikle Paris’te
oldukları dönemde sık sık dışarı çıkar, birlikte zaman geçirirlerdi.
Ernest, özellikle 1925 – 1929 yılları
arasında yazdıklarıyla, yazarlık kariyerinin en özel örneklerini verdi.
Dünyanın en ünlü yazarları arasında artık onun adı da altın harflerle
yazılabilirdi.
Boğa güreşleri de bir başka tutkusuydu. Bu
tutku üzerine yazdığı “Öğleden
Sonra Ölüm” adın verdiği kitabını 1931’de yayımladı.
1933’te ilk kez bir safari turuna
katılıp Afrika ile tanıştı. 10 hafta süren bu seyahatte karısı Pauline de
yanındaydı. Döner dönmez hemen bir balıkçı teknesi aldı Ernest ve ona, “Pillar” dedi. Bu tekne ve
onunla yaşayacakları da, daha sonra “Yaşlı
Adam ve Deniz” adını vereceği romanına zemin hazırlıyordu.
Ernest, Pauline’den ayrılmak istediği o
zorlu döneme girmişti. Evliliklerinin bitmesi gerektiğine inanıyordu. Daha
fazla uzatmadan 1939’da Küba’ya giderek Havana’da bir otele yerleşti. Savaş
muhabirliği yaptıkları sırada Martha ile de oldukça yakınlaşmışlardı. Martha
Gellhorn da Havana’ya gelip Ernest ile birlikte kaldı. Havana yakınlarında bir
çiftlik alıp burada yaşamaya başladılar…
1947’de ise, savaşta gösterdiği
cesaretten ötürü bu kez Küba Amerikan Büyükelçiliği’nde düzenlenen bir törenle
kendisine madalya verildi.
1945’te Martha ile Ernest boşandı.1946
başlarken Londra’da Time gazetesi muhabiri Mary Welsh ile tanışan Ernest,
Mart ayında onunla evlendi. Şimdi hayatının Mary ile dolu zamanını yaşama
vaktiydi. Küba’da evlenen Mary ve Ernest, 1959'a kadar burada yaşadı.
Bir yandan da II. Dünya Savaşının etkisi
hala üzerindeydi. Şu yüreğine sıkıştırdığı ibrikten kalemine sızdıracakları
vardı. 1950’de yayımladığı, arka planında II. Dünya Savaşı’nı barındıran
eserine “Irmaktan Öteye Ağaçların
İçine” adın verdi. Bu eser, ne “Silahlara Veda” ne de “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” kadar başarılı bulunmuştu.
Ve sonunda, “Yaşlı Adam ve Deniz’i” yazdı; yıl 1952 idi. İnsanın yaşama
nasıl bağlanması gerektiğini, hayat denen yolculukta her şeyin nasıl da boş
olduğunu öylesine samimi anlatmıştı ki, bu, onun başyapıtı oldu. Bu eser, ona,
1953’te Pulitzer, 1954’te de Nobel Edebiyat Ödülü’nü getirdi.
Yazdıklarını ve yaşamını genişletecek
seyahatlerine devam ediyordu ki, Ernest, yolculuklarından birisi sırasında
yaşanan uçak kazasında yaralandı.
1950’nin ikinci yarısında Ernest alkol
tüketimini artırdı ve özellikle bu durumun da etkisiyle fiziksel ve ruhsal
olarak sağlığı kötüye gitmeye başladı, Ernest, şimdi gerçek bir depresyonun
eşiğinde durmuş, uzaktan kendisini seyrediyordu.
Ernest’in yakın çevresine göre, bu
depresyondan fazlasıydı. Çünkü fazlaca paranoyaklaşmıştı. Ernest, takip
edildiğini düşünüyordu. Ona göre evi sürekli federaller tarafından izleniyor,
hatta dinleniyordu. Trafiğe çıktığında mutlaka bir araç onu takip
ediyordu. FBI ajanları her yerdeydi ve telefonlarının dinlendiğine de
emindi. 2 Temmuz 1961’de, Abercrombie&Fitch’ten aldığı en sevdiği av tüfeği
ile kendisini vurdu ve her şeyi sonlandırdı…
Oysa o, gerçekten de FBI tarafından
izleniyordu. Bu durum, 1983’te ortaya çıktı; Ernest Hemingway’in ölümünden yıllar
sonra. Federal Soruşturma Bürosu’nun başkanlığını da yapan Kamu Görevlisi John
Edgar Hoover, “Freedom of
Information Act” kapsamında, Ernest Hemibgway’in de takip
listesinde olduğunu açıkladı. Yani Ernest bir paranoyak değildi. Gerçekten de
federaller telefonunu dinliyor, trafikte ve hatta her yerde onu izliyor, banka
hesaplarını kontrol ediyordu.
Çünkü Ernest, KGB (Sovyetler Birliği’nin
İstihbarat ve Gizli Servisi) için bilgi sızdıran bir casustu.
Ernest’in bir ajan olduğunu ise, soğuk
savaş döneminde Sovyet arşivlerine girmeyi başaran eski KGB ajanı Alexander
Vassiliev duyurdu. Ernest Hemingway, “casus” terimine karşılık gelen “destek kuvvet” olarak
nitelendiriliyordu ve kod adı, “Argo”ydu.
İşte böyle… Bir yazar olarak yaşarken
dahi efsaneleşmeyi başaran özel bir isimdi Ernest Hemingway. İntihar ettiğinde
de herkes önce şok oldu, sonra da yasa boğuldu. Öyle çok yazarın ilham
kaynağıydı ki, onun öldüğünü kabullenmek öyle kolay değildi. Düşünsenize, şimdi
çanlar kimin için çalacaktı?
Bugün birçok eseri Amerika Edebiyatının
başyapıtı kabul edilen, 20. Yüzyıl kurgu romancılığını etkileyen, yaşamak için
yazan ve yazmak için yaşayan bir Ernest Hemingway geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Damla
Karakuş’un internette bulduğum en güzel Hemingway biyografisini okuduktan sonra 1
Mayıs kutlamalarının ardındaki serbest günümüzde Sevgili Dostlarımız Deha –
Günseli Sezer çifti ile birlikte klasik Amerikan arabalarından birini kiralayıp
Hemingway’in izine düşüyoruz.
Küba gezimizin ikinci gününde Cayo Santa Maria’daki tam gün Deniz – kum
– güneş ve Mojito – Daikiri molamızda ilk kez 1970 li yıllarda ortaokul
öğrencisiyken okuduğum 1970 basımı Varlık yayınlarından çıkan Ülkü Tamer
çevirisi “ İhtiyar Balıkçı “ yı Karayip Sahillerinde yeniden okudum.
Yaklaşık yarım saatlik bir yolculuktan sonra Hemingway’in sık olarak
kullandığı Colimar’daki restorana ulaşıyoruz. Restoran’ın duvarlarında
Hemingway’a ait siyah – beyaz fotoğraflar. Birisinde Fidel Castro ile
birlikteler. Önceleri sıkı dostlarmış sonrasında bilinmeyen bir nedenle araları
bozulmuş.
Restoran ve restoranda Hemingway’in oturduğu masa aynen korunsa da
Colimar değişmiş. Özellikle 1990 sonrası küçük bakir balıkçı köyü, sayfiye
kasabasına dönüşmüş.
Hemingway’in masa komşusu olarak öğle yemeğimizi yiyor ardından bira ve
kahvemizi içiyoruz.
Hemingway’in yaşadığı ev ve kedilerinin mezarları farklı bir yerde ve
bugün müze olan evi 1 Mayıs nedeniyle kapalı. Taksi ile anlaştığımız süreyi
aşmamak için Havana’ya geri dönüyoruz ve bunaltıcı, yapış yapış sıcağın
etkisinden kurtulmak için 1950 li yıllarda Mafyanın gözde mekânlarından Nacional
Otel’in bahçesinde soluklanıyoruz.
Kısa bir Daikiri arası verdikten sonra eski Havana’nın sokaklarına
dalıyoruz. İlk hedefimiz Hemingway’in Havana’ya geldiğinde kaldığı otel; Otel Ambos
Mundos. Hemingway’in kaldığı 511 numaralı oda O’nun anısına korunuyor ve o
odaya müşteri alınmıyor. Antik asansöre binip terasa çıkıyoruz Hemingway’in
gözünden Havana’yı seyretmek için.
Sonrasında dar sokaklardayız. 1 Mayıs nedeniyle mi yoksa
turistikleştiği için mi kalabalık bilemiyorum insanalar omuz omuza. Hemingway’in
sıklıkla Mojito içmeye geldiği ve Mojito’yu icat ettiğini iddia eden barın
önündeyiz. La Bodeguita Del Medio.
İçerisi de dışarısı gibi çok kalabalık
Hemingway’in soluduğu atmosferde bir Mojito içme arzumuzu erteliyoruz ve
Hemingway’in müdavimi olduğu diğer bir mekân Floridata’ya doğru çeviriyoruz
rotamızı.
ABD’nin Beyaz Saray’ının bir kopyası Capitol’ün de bulunduğu cadde
üzerinde Floridata. Mekanı dışarıdan izleyip Hemingway’i bir kez daha anarak
Havana’nın Kolonyal yapılarının süslediği – süslediği belki iddialı bir
tanımlama oldu çünkü yapıların bir çoğu terkedilmiş ve harabe durumunda – geniş
caddelerden yürüyerek otelimize doğru yürüyoruz.
Havana’nın kuruluşunun 500., Küba Devriminin 60. Yılında 1 Mayıs’ı
Devrim meydanında kutlayarak ben de 60. Yaşıma giriyorum.
Mayıs 2019
Yazı ve Fotoğraflar:
Mehmet Cengiz TÜMER