20 Ekim 2009 Salı

Bologna La Rossa








Her gezinin, her gezginin bir hikayesi vardır. 10 Ekim de gittiğimiz Bologna'nın da böyle bir hikayesi var. Yaklaşık bir ay öncesine dayanan. Sienadaki günlerimizde karar vermiştik Bolognaya gitmeye. 8 Ekim benim, 11 Ekim de Yunusun doğumgünüydü ve evlerinden 11 ay uzak kalacak bizler yalnız kutlamak istemiyorduk. İki tarihin tam arasına denk gelen 10-11 Ekim haftasonunu herkese eşit mesafedeki Bolognada kutlama yaparak geçirelim istedik. İşte yolculuk böyle başladı.

Tarihler 9 Ekim Cuma çoğu akşam olduğu gibi König Barda oturuyoruz ama bu akşamın bir özelliği var. O da Harinin bize rakı ve meze sözü vermesi. Meze dediğim domates ve peynir ama yetiyor. Ve geceye bir de sürpriz doğumgünü dahil oluyor. Doğumgünümü kutlamanın mutluluğu ve rakının güzelliği ile saat iki buçuk gibi yurda dönüyorum. Yolculuğum saat dört buçuk sularında başlayacak saat 5 te trenim kalkıyor. İnternetten son defa Bolognaya dair okuduklarımı kontrol ediyorum. Çantamı hazırlıyorum ve yollar beni bekliyor.

Saat beşe çeyrek kala istasyondayım. Kapılar kilitli. İstasyonun önündeki taksiciye soruyorum. Kapılar beşte açılır diyor. İstersen ileriden perona girebilirsin. Tarif ettiği yerden perona giriyorum trenim beni bekliyor. Görevliler son kontrollerini yapıyor. İstasyonda görevliler dışında iki yolcuyuz.


Saatler sekiz buçuğu gösterirken bütün gece hiç uyumamış bir insan olarak Kırmızı Bolognaya varıyorum ve bekleme salonunda diğerlerini bekliyorum. Saat 11 gibi grubumuz treni kaçıran iki eksikle harekete hazır. Öncelikli amacımız hostele yerleşmek ama hostel şehre çok uzak. Biz de ucuz bir otele yerleşmeye karar veriyoruz. Bu arada *lı otellerin 25€, **lı olanların 35€ ve ***lı olanların 50€ civarından başladıklarını tecrübe ediyoruz. Bize en uygun olanı ve şehir merkezine de yakın olan Pensione Marconi ye yerleşiyoruz. Kızlar dört kişilik odayı paylaştıklarından kişi başı 25€ biz ise Yunusla beraber iki kişilik odayı paylaştığımız için 35€ fiyatlarla karşılaşıyoruz. Ama adaletsizlik istemeyen kızlar bizim oda paramızı da bölüşüyor ve kişi başı 28€ gibi bir fiyata kalıyoruz.


Sırada Bologna turu var. İlk durak Piazza Maggiore, Piazza del Nettuno da Neptün heykelinin ve çeşmesinin fotoğraflarını çekerek Piazza Maggioreye giriyoruz. Aslında görülecek yerleri bu kadar diyebilirim. Bir de İki Kuleleri (Due Torri) var. Piazza Maggiore de eski bir saray, Duomo, Piazza Nettuno yer alıyor. Her şeyi bir merkezde toplamış gibiler.

İki kulelerin olduğu meydana gittiğimizde bir sahne kurulduğunu görüyoruz  ve o akşam İki Kuleler Festivalinin olduğunu öğreniyoruz. Akşam geri dönmek üzere bu bilgiyi aklımıza not edip. Avrupanın en eski üniversitesini görmek için yeniden yollara düşüyoruz. Bu arada herkeste özellikle de bende yorgunluk kendini belli ediyor. Üniversiteye giderken kapısı açık bir kilise görüp giriyoruz, biraz kiliseyi gezdikten sonra sıralarında oturup bu huzur dolu atmosferde dinleniyoruz. Üniversite binasını da gördükten sonra Tarihi Merkezin kapılarından çıkıp Seleni uğurlamak ve ardından otele dönmek üzere istasyona yürüyoruz.


Saat yedide hotelimize yerleşiyoruz ve saat dokuz buçukta buluşmak üzere herkes yatakların yolunu tutuyor. Saat on gibi ancak hazırlanıp yeniden iki kuleler yoluna düşüyoruz. Çok görkemli bir festival yok, İtalyanca bir sunum yapılıyor. Sunumun Asinelli Kulesine yansıtılmış olması güzel bir görüntü sunuyor. Bir ara sokağa dalıp açık bir pizzacıdan Margaritalarımızı alıp yeniden Piazza Maggioreye Duomonun merdivenlerine oturuyoruz.
Akşamı da burada noktaladıktan sonra.



Ertesi gün saat 10.45 gibi treni kaçırmış arkadaşlarımızdan biri de dahil olarak aynı rotayı tekrarlıyoruz. Ancak bu sefer 498 basamaklı Asinelli Kulesine tırmanmak da programa dahil. Ve oradan bakınca neden Bologna nın takma adının "Bologna La Rossa (Kızıl Bologna)" olduğunu anlamak o kadar da güç değil. Günün kalanını tren saatlerimiz gelene kadar Piazza Maggiore de önümüzdeki haftanın gezisini planlayarak geçiriyoruz. Sıradaki hedefi Milano-Como gölü olarak kararlaştırıyoruz.



Saatler beşi gösterirken artık ayrılık vakti. Bolzano yollarına düşme zamanı, trenim Trentoyu geçtikten sonra artık anonslara bir de Almanca ekleniyor. Tamam diyorum evime yaklaştık. İstasyona adım attığımda tanıdık sokakların huzuruyla yurduma doğru yürüyorum.

6 Ekim 2009 Salı

Bolzano - İlk İzlenimler

Bolzano da on birinci günümü dolduruyorum. Bu arada ders seçimiydi, evrak işleriydi, oturma izniydi derken çok fazla gezme fırsatım olmadı. En azından fotoğraf çekme fırsatım olmadı yoksa bu işlemler için epey gezdim Bolzano da.

Bolzano internet kaynaklarına göre 50000, yaşayanlarına göre 90000 nüfuslu küçük bir şehir. Aslında şehir demek için de küçük ama. İtalyanın Avusturya sınırına çok yakın olan bu bölgede iki dil kullanılıyor: Almanca ve İtalyanca. Bölgedeki bütün tabelalar, istasyondaki anonslar, şehir isimleri bu iki dilde birden yazılıyor, okunuyor. Marketlerde ve kafelerde çalışanların çoğu iki dili de bilse de bazen İtalyanca bilmeyene denk gelmeniz olası.

Bolzanonun gezilecek çok fazla yerin yok açıkçası. İçinde duomonun da bulunduğu Waltherplatz (Piazza Walther) , istasyon parkı tarihi merkezde görmeniz gerekenlerden. Cumartesi günleri kurulan pazarı ise Yeni Bolzano denen kısımda kalıyor. Henüz pazarına gitme fırsatım olmasa da Bolzano ile ilgili çoğu kaynakta adı geçiyor bu pazarın. Biraz ünlü yani.

Bolzanoda bütün görülmesi gereken yerleri iki saat içinde bitirebilirsiniz ama o doğayı içinize sindirmek için iki saat yetersiz kalır. Dört tarafı dağlarla çevrili bu şehirde temiz havanın tadını doya doya çıkarabilirsiniz. Halkın büyük kısmı bisiklet kullandığı için şehir içinde araba çok fazla rastlanan bir görüntü değil. Sadece halk otobüsleri var. Ve her köşe başında bisiklet parkları.

Dört tarafı dağlarla çevrili demişken gündoğumu ve günbatımına değinmemek olmaz. Ne yazık ki burada günbatımının çok güzel bir görüntüsü olduğunu iddia edemem. Saat henüz üç buçuk dört iken güneş henüz güçlü iken dağların arkasına saklanıyor. Ve sabahları da saklandığı dağların arkasından çıkmak bilmiyor. O yüzden ben Bolzanoya "Ufku olmayan şehir." diyorum.

Bolzanonun bir özelliği de içinde üç tane farklı dağa çıkan üç farklı teleferik olması. Şimdiye kadar sadece yurduma en yakın olanını kullanıp Soprabolzano köyüne çıktım. Köyün adı Yukarı Bolzano gibi bir anlama geliyor Türkçeye çevirirsek. Burası da çok kısa zamanda gezebileceğiniz bir köy. İlginç yanlardan biri ise burada İtalyanca bilen kimseye rastlamadım. Öyle ki oturduğumuz kafede İtalyanca sipariş vermeye kalkınca bize İtalyanca bilmediklerini İngilizce olarak belirttiler ve İngilizce anlaştık. Bu köyden diğer köylere kalkan küçük ahşap vagonlu bir tren mevcut.

Bolzano hakkında şimdilik gözlemlediklerim bunlar burada geçen 10 ayın sonunda daha ayrıntılı bir yazı yazmak dileğiyle..

Soprabolzano fotoğrafları için : http://www.facebook.com/album.php?aid=111029&id=550013088 (not: Teleferik görüntüleri başlayana kadar olan fotoğraflar Bolzano dan)





Fransız Rivierası: Cote d’Azur

Yazının başlığı Güney Fransa’nın tatil beldelerini anlatmak için kullanılan sözcüklerden oluşmaktadır. Ancak teknik olarak hatalıdır. Cote d’Azur Riviera; İtalya sınırından başlayıp La Napoule (Cannes’ ı biraz geçince) ‘e kadar uzanan sahil şeridine verdikleri genel isimdir. Marseilles, Toulon, St. Tropez ise Cote d’Azur Provence adı altında toplanan diğer bölgelerdedirler. Bu sıkıcı ayrıntıdan sonra bizim yaz vakti oralarda ne işimiz vardı anlatayım.

Yazları, deniz güneş kum için genellikle Antalya veya Ege Bölgesinde turistik tesislere gidilir. Rezervasyonlarınızı geç yaparsanız, 7 gün için epeyce bir harcama yapar, üzerine de sezonun en pahalı uçak biletlerini satın alırsınız. Ortaya da pek hesaplı olmayan bir yaz tatili bütçesi çıkar. Bu yıl başında (2009) okuduğum THY-Air France işbirliği adlı haberle Ocak ayından itibaren İst-Nice uçuşlarını takip etmeye başladım. Okulların tatiline uygun sezon olan haziran sonu temmuz başları arasında yurtiçi tatile yakın bütçelerle yine denizli kumlu bir tatili çıkartabilir miyim düşüncemin gerçekliğini hararetle araştırdım.




Çocuklu bir aile için 10 günlük bir tatili en yüksek dönemde en revaçta bölgelerde planlamak çok kolay değil elbette. Konu üç aşamalı: Ulaşım, konaklama, yemek. Ocak ayından Mayıs’a dek THY uçuşlarını takip ettim ve yaptığım rezervasyonlardan en ekonomiği olan kişi başı 600 TL’yi kabullenmek zorunda kaldım. Aslında Milano üzerinden de trenle Güney Fransa hattını gezebilir, istediğiniz yerde konaklayabilirsiniz, ancak Milano biletleri THY’de daha da pahalıydı. MyAir ise aktarmalı gece uçuşları yapıyor Milano’ya, ki bu da bir gece boşa konaklama masrafı ile ekonomik olma pozisyonunu kaybettiriyor.

Konaklama için en büyük avantaj ise holiday-rentals.co.uk adlı websitesini fark etmem olmuştu. Bu sitede tüm Avrupa için mobilyalı kiralık daire ilanları var. İlan verenler ile kolay iletişim sağlayan mail bağlantıları ve isterseniz cep telefonu ile direkt temas mümkün. Evlerin konumlarını google earth ten tam olarak hatta nokta atışı ile inceledim. Sonuçta Cannes’da La Croisette Bulvarına ilk paralelde 35 m2 lik bir daireyi haftalık 330 Euro’ya kiraladım. Ev sahibesi ile mailleşerek anlaştık. Evin adresi, binanın dışı, dairenin içi, tüm tarifler ve fotoğraflar ile iyice etüd edildi. 35m2 küçük görünebilir ancak klasik bir otel odası bazen çok daha küçük olabiliyor. Bu yüzden ebat bizim çok cazipti. Cannes restaurantları ile ilgili de web’i biraz kurcalayınca her bütçeye uygun her mutfağın yemeklerini bulmanın mümkün olduğunu da öğrenmiş oldum. Zaten evimizde oldukça donanımlı olan mutfağımızın beslenme konusunda bazı avantajlar sağlayacağına da emindik. San Remo’dan Marseilles’ya kadar olan şehirleri gezebilmek için tren kullanacaktık. TGV nin bilet fiyatları da müthiş uygundu. Eh artık 7 günlük her şey dahil Antalya bütçesini kurtarmıştım ve rahatlıkla Güney Fransa tatili yapabilirdik.








Gezi programımız 7 gün Cannes, 3 gün Nice konaklama ile oluşuyordu. Bu 10 günlük süre içinde aynı planladığımız gibi; Cannes, Nice, Monaco, Monte Carlo, Antibes, Marseilles, San Remo, St. Honorat adası ve Menton’u gezip bol bol denize girdik. Gezemediğimiz çok da nokta kaldı. Bu bölge; keşfetmeye çok uygun harika noktalar bulunduruyor. Bu yazımda ise aynı başladığım gibi genel özellikler, şehirlerin birbirleri ile kıyaslanması ve faydalı olacağını düşündüğüm ipuçlarından bahsedeceğim.

Dış Ulaşım: Güney Fransa’da nereye giderseniz gidin öncelikle İstanbul’dan Nice’e gitmek zorundasınız. Şimdilik başka uygun uçuş yok. Alternatifleriniz İstanbul-Milano ve tren veya İstanbul-Lyon ve tren. Her iki alternatif de epey pahalı çözümler.

İç Ulaşım: Nice’e ulaştıysanız artık rahatsınız. Bütün güney sizin demektir. Avrupa’nın en ucuz tren, otobüs, tramvay ve helikopter fiyatları bu bölgede. Hele toplum görevi, iyi vatandaş filan gibi stres unsurlarını atarsanız üzerinizden az önce saydıklarımdan helikopter hariç hepsine biletsiz binebilirsiniz. Biletsiz bindiğim trende biletimi tren içinde nasıl satın alabilirim diye sorduğum Fransız genç bana “bilet kontrolü olmadığına göre bilet almaya da gerek yok bu trenlerde” cevabını vermişti.
TGV’ye ait trenler ile San Remo’dan Marseilles’ya kadar olan tüm şehirlere rahatlıkla ulaşabilirsiniz. Trenler sık, rahat, rotaları iyi anlaşılır ve genellikle saatinde çalışıyorlar. Bilet satın almak için makineleri kullanmak daha kolay olabilir. Ayrıca uzun menzilli bilet satın alacaksanız TGV nin webini kullanarak evinizden alışveriş yapabilirsiniz. Marseilles-Nice ve Cannes-San Remo biletlerini İstanbul’dan satın almıştım. Otobüslere gelirsek eğer; havaalanından en yakın tren istasyonuna ya da havaalanından Nice şehir merkezine ulaşım için kullanabiliriz. Bunların dışında otobüs tavsiye edemem. İki sebebi var: İlki; sahil yolu çok tıkalı ve yavaş giden bir yol, özellikle bizim gittiğimiz mevsimde. İkincisi, sahilden gitmeyen otobüsler tren hattının da oldukça kuzeyinde şehir otoyol bağlantılarına yakın yerlerde yolcu bırakıyorlar. Tekrar bir vasıta ya da taksiye binmeniz gerekir. Taksi ise hiç binmediğimiz ama fiyatlarının oldukça yüksek olduğunu duyduğum araçlar. Örneğin Nice Monaco arası taksiyle 70 USD, helikopterle 65 USD. Tramvay her kentte bulunmuyor, ancak Nice’te güzel çalışan bir hat var. Tek hat üzerinde şehir içi ulaşımda büyük kolaylık sağlıyor.

Plaj: Güney sahillerinin her yerinde denize girebilirsiniz. Tüm kentlerde özel ve halk plajları ayrı ayrı mevcut. Cannes’da plaj, kum ve her zaman çok temiz. Her gece özel makinelerle temizleniyor. Kum düzleniyor ve sabah erken gelirseniz ilk sizin ayak izleriniz çıkıyor. Nice’ten San Remo’ya dek Riviera’nın kalanı taş plaj. Kum sevmeyenler için ideal. Taşlar yuvarlak ve doğal çakıl. Fakat temiz değil. Promenade Nice plajı cam kırıkları dolu. Taşın içine girdiği için kırıkların temizlenmesi de çok güç. Ayrıca Cannes’da plajlarda sigara izmariti ve çöp hiç yok fakat Nice’te durum tam tersine. Menton ve Antibes için de taş plaj diyebiliriz. San Remo da plaj tekrar kum oluyor. Tabii daha mütevazi bir yerleşim noktası. Kum ve taş ayrımı dışında plajların bir ortak özelliği var. Hemen hepsi yoğun yerleşim bölgelerinin önünde bulunuyor. Cannes’da evimizden çıkıp 70-80 metre yürüyerek plaja ulaşıyorduk. Halkın iç içe olduğu günlük doğal yaşamı plajlarla birleştirmişler. Denizler de çok temiz. Bütün evlerde WC arkalarında dahi arıtma makinesi var. Tüm atıklar daha evinizde zorunlu olarak arıtılıyor. Çevre bilinci böyle bir şey işte. Plajlarda genel olarak çıplaklık yok diyebilirim. Özel kullanım için özel plajlar elbette mevcut ama özellikle bu tip bir şey aramıyorsanız oldukça neşeli ve ölçülü bir deniz günü yaşayabilirsiniz halk plajlarında. Deniz için Cannes plajlarını diğerlerinin çok üzerinde buldum, genel olarak çok zevkli ve temiz.





Gezi ve Turizm: Tüm güney Fransız kentlerinde petite Train kurulu ve kullanıma hazır durumda. Kişi başı 5-7 euro arası bir bedel ödeyerek 1 saate yakın gezebilirsiniz. İsterseniz bazı duraklarda inip bir sonraki tren gelene dek keşif yürüyüşleri yapabilirsiniz. Kozmopolit yapısı, köpekli sokak dilencileri, abnormal insanları ile Nice bize çok itici geldi. Bekarlar için sorun olmayabilir belki ama çocuklu aile için gece gezmeleri ve her sokağa girip çıkmak biraz ürkütücü. Avrupa’nın çok yerinden çok farklı insan Nice’e gelmiş. Her çeşit insan var denir ya, her çeşit turist var. Polis de çok ama yine de güvensiz bir hal var. Cannes için yine tam tersini söyleyeceğim. Alkolün su gibi aktığı barlar caddesinde dahi en küçük bir taşkınlık ya da olaya şahit olmadık. Sokaklarda itici gelecek insanlar yok. Görünümü faul olanları da Polis çevirip kimlik filan sorarak taciz ediyor. Hiçbir rahatsızlık yaşamadan rahat tatil için Cannes en avantajlı konumda. Marseilles daha büyük bir kent havasında. Şehir içinde tek plajı var. Çok güzel küçük bir koy. Ama bunun dışında şehir dışında plajları, adaları olan fantastik bir kent. Kuzey Afrikalı, özellikle Tunus’lu çok Marseilles’yada. Sokaklarda yürürken bazen 70 li yılların Mahmutpaşa’sı ve Eminönü arka sokakları gözümün önüne geldi. Arap, zenci, sarıklı garip adamların diyarı gibiydi.
Monaco ve Monte-Carlo elit halkı, zengin şehri ve bakımlı parklarıyla komşularından çok farklı bir çizgiye sahip. Katedral, Saray, Formula parkuru, okyanus müzesi Monaco’nun gezilecek noktaları. Monte-Carlo’nun meşhur kumarhaneleri ve müthiş yeşil bahçeleri de ilgiyi artıran özellikler.






Antibes falez gibi kayalıkların üzerinde bir kale içinde kurulmuş eski bir yaşam merkezi. Civar plajları bakir ve çok hoş. Şehir ise “old town” adıyla anılabilecek çok güzel Akdeniz kasabası havasında. İtalya sınırında bulunan Menton, iki ülkenin karşımı gibi. Monaco’ya yakın olması en büyük avantajı. Çok kısa sürede Grand Prix’ye ulaşmak mümkün. Formulacıların rağbeti yüksek Menton’a. San Remo’ya gelirsek eğer tam bir İtalyan kasabası. Tipik insanlar, tipik evler. Güzel restaurantlar. Sokak tipi cafeler. Dar ara sokaklar. Antakya iç mahallesi kadar dar. Başka da bir şey yok. Şehir turu, gezi treni vs. yok. Zaten onlara göre turistik de değil. Biz heveslenmişiz, Romina Power hep oradaymış gibi. Oysa Al Bano bile yoktu.





Sonuç: Tüm sahil şeridinde Akdeniz kasabası havasını bizim ülkemizden çok çok farklı yaşıyorlar. Temizlik ve çevrecilik ana prensip olmuş. Bu sayede sosyalleşerek, barlarda tanışarak, beach-volley oynayarak, denize girerek, güneşlenerek tatil yapıyor Avrupa’lı. Bizim çok daha ucuza sağladığımız her şey dahil otellere kapanmaktansa bu tip tatilleri tercih ediyorlar. Düşünün İzmir Karşıyaka sahilden denize girilse, veya Caddebostan’dan Bostancı’ya dek plaj olsa ve kullanılsa. Avrupa’nın paralı turisti akın akın gelir, tüm bu bölgelerde turizmden kaynaklanan müthiş istihdam ve iş alanı doğardı.




NedeN: Bu yazıyı yazdım, çünkü bizim için sezonun en yüksek döneminde bu tip bir tatil ancak hayal olurdu. Oysa artık araştırma devrinde yaşıyoruz. Bir merkez tutup orada ev kiralamak da çok beğendiğimiz güzel bir çözüm oldu. Yakınlara trenle ulaşmak, market ve fırınlardan tatlı pasta vs. yi satın alıp evde çayla birlikte yemek, pencereden gece showlarını seyretmek çok zevkli oldu. Bunca zamandır yaptığımız geziler arasında belki de en ekonomik olanı buydu.
Tatil için, yaşam kültürünü yakından tanımak için, zevk için Fransız Riviera’sını şiddetle tavsiye ederim.
Saygılarımla,
Bülent Tercümanoğlu

NOT: Yukarıda adı geçen kentleri ayrı birer başlık altında detaylı yazacağım, fırsat bulunca.

5 Ekim 2009 Pazartesi

Sular kenti - Venedik / Venezia / Venice

Öncelikle bloggera pek fotoğraf eklemekle uğraşmadığım için Venedik fotoğraflarımın facebook linkini vereceğim, böylece fotoğraflara bakmak isteyen biri orayı inceleyebilir. Link: http://www.facebook.com/album.php?aid=110880&id=550013088

Bu benim ilk gezi yazım olacak bu sebeple üslubum ve yazdıklarım bir gezi yazısından çok bir anıyı andırabilir bunun için şimdiden özrümü kabul edin. Neyse sadede gelelim...

Venedik gezisi benim için iyi ve kötü olarak unutulmaz bir deneyim oldu. Doğrusu hatalarla dolu bir geziydi. Her şey Erasmus için bulunduğum Bolzanoda Uni-Party topluluğunun verdiği Black & White Party ye gitmek üzere burada tanıştığım iki Türk kızıyla buluşunca başladı. "Yarın Venedike gidiyoruz." dediklerinde "Güzel bir plan." dedim ve geziye davet edildim. Yorucu geçen bir partinin ardından gece 03.30 da yatağa girip sabah 06.30 da yataktan çıkarak Venedik gezisine başladık.

Bolzano dan 08.31 treniyle Verona aktarmalı olarak Venedike vardığımda aklımda gezilebilecek yerlere dair hiç bir fikir yoktu. Çünkü hazırlıksız gelmiştim ki bu yaptığım ilk hataydı. Geziye dair yaptığım tek hazırlık sırt çantama şemsiyemi ve ceketimi yerleştirip kendimi yollara vurmak olmuştu.

İstasyondaki "Ufficio Informazione" ye geldiğimizde neredeyse bizim emekli maaşı kuyrukları gibi bir kuyruk gördük ve beklemektense kendimiz gezmeye karar verdik. Gidip bir hediyelik eşya satan dükkandan 3.70€ vererek bir Venedik haritası satın aldım artık gezmeye hazırdım. Harita benim için yeterince ayrıntılıydı ve gezmemiz gereken yerler büyük büyük resimlerle harita üzerinde ifade edilmişti. Bunlar arasında en önemlileri San Marco Meydanı, Rialto Köprüsü ve Santa Maria Meydanıydı.

Ben kafamdan izleyeceğimiz yolu hesaplayıp geçeceğimiz sokakları planlarken; kızlar hatıra fotoğrafları çekmeye başlamıştı bile. Her köprüde her kanalda durup hatıra fotoğrafı çeken bir ikiliye denk geldiğim için şanssızdım ayrıca bu ikilinin bana zerre güvenmediği de ikide bir "Kaybolduk bence yolu başkasına soralım." demelerinden belliydi ki o noktada gezi planımda yaptığım ikinci büyük hatanın farkına vardım. Yeterince tanımadığım insanlarla bir yolculuğa çıkmaktansa yalnız çıkmayı tercih etmem gerekirdi. Bir de şu vardı ki ben ne zaman durup bir kilisenin veya güzel bir binanın fotoğrafını çekmeye çalışsam kendi aralarında "Evet hadi her eski binanın fotoğrafını çekelim." Şeklindeki konuşmalarını duymak rahatsız ediciydi.

İşte bu hatalar nedeniyle önümüzdeki aylarda tek başıma veya daha iyi tanıdığım arkadaşlarımla beraber yeniden Venedik yollarına düşeceğim ve umarım bu sefer daha iyi bir gezi yazısı yazacağım. Artık Venedik hakkında yazmaya başlasam iyi olacak sanırım.

Venedike vardığımızda Santa Lucia tren istasyonunda indik ve haritamı satın aldıktan sonra istasyondan çıktık. Bizi karşılayan Canale Grande kıyısına kurulmuş bir taksi durağı ve bir "otobüs" durağı oldu. Otobüs dediğim daha çok bir çeşit vapur ama vapur demek için de biraz küçük.

Planım önce Santa Maria Meydanını görmek ardında meşhur Ponte di Rialto (Rialto Köprüsü)yu geçip, San Marco Meydanına ulaşmaktı. İstasyonun önündeki Ponte degli Scalzi den Canal Grandeyi geçerek Venediğin dar sokaklarına giriş yaptık. Doğrusu Venedik halkının bu kadar dar sokaklarda yıllardır nasıl yaşadığını merak ediyor insan öyle sokaklar var ki iki kişinin yanyana yürümesi mümkün değil.

Dar sokakları küçük kanalları geçerek ve Ponte Rialtoya doğru giden kalabalığı takip ederek Santa Maria meydanının paralel sokağına geldik. Aslında bir meydandan çok bir kilise bahçesi denilebilir bu meydana. Büyük bir kilise ve önünde küçük bir meydan olan bu yerdeki kilisenin mimarisi görülmeye değer. Yani Venedike gidip de Santa Maria meydanına uğramamak hata olur.

Ardından yine dar sokakları takip ederek Rialtoya doğru yola çıkıyoruz. Sokakların her iki yanı da dondurmacı, pizzeria ve murano camından takılar satan insanlarla dolu. Murano camı Venedike özgü el işçiliği örneği. Çok şık takılar ve saatler bulabilmeniz mümkün.

Ponte di Rialto büyük ve üzerinde dükkanların bulunduğu bir köprü ama ya yüksek beklentilerle gittiğim için ya da gerçekten öyle olduğu için övüldüğü kadar güzel olduğunu iddia edemem. Yine de gitmişken görülmesi gereken bir yer.

Yolumuz yine dar sokaklara ve pasajlara düşüyor ve sonunda San Marco Meydanındayız. İşte bu meydan gerçekten gezilmeye değer bir yer. Etrafındaki Venedik Duomosu diye adlandırabileceğim kilisesi, bir takım resmi daireleri ile güzel mimari örnekleriyle çevrelenmiş büyük bir meydan ve sanki bir açıkhava konseri varmış gibi tıklım tıklım dolu.

Burada da yeteri kadar molamızı verdikten sonra meydandan Canale di San Marco nun kenarına çıkıyoruz. Neredeyse otuzbeş gündür deniz görmemiş benim gibi bir İzmirli için cennet gibi bir yerdeyiz. Kordonu andıran uzun bir cadde ve kıyısında deniz. Caddeyi kesip Venediğin içine ilerleyen kanallar ve onların üzerindeki köprülerle Venediği yaşamaya değer kılabilecek bir cadde.

Artık yorgunluk ve açlık etkisini gösterdiği için istasyona yürüyerek değil otobüs ya da taksi ile dönme planları yapıyoruz. Ancak o zaman Venedikte ulaşımın ucuz olmadığını öğreniyoruz. Otobüs biletleri 6.50€ taksi ise 60€ istiyor. Biz de tekrar yürümeyi ve yürürken bulduğumuz bir yerde yemek yemeyi düşünüyoruz.

Dönüş yolunda bir meydanda şık bir restoran buluyor ve oturuyoruz. Venedikteki çoğu restoranda Coperto(masa ücreti) alınmıyor ama bizim oturduğumuz yerde %12 Servizio(Garsoniye - servis ücreti) var. Kabul edip siparişlerimizi veriyoruz.

Yemekten sonra neredeyse her köşede bulunan "Alle Ferrovia" işaretlerini takip ederek istasyona dönmeye başlıyoruz ama nedense yol gittikçe uzuyor, ve geldiğimiz dar sokaklarda değil de Kıbrıs Şehitlerini andıran geniş bir caddede yürüyoruz. Sanırım Venedikin en geniş caddesi bu olsa gerek. İstasyona vardığımızda haritadan geldiğimiz yolu kontrol ediyorum ve bana Kıbrıs Şehitlerini ve İzmirimi hatırlatan bu sokağın "Strada Nuovo"(yeni sokak) olduğunu öğreniyorum.

İstasyonda sıra beklerken Azeri bir çiftle tanışıyoruz. Türk kardeşler diyerek selamlıyorlar bizi ve ardında Verona aktarmalı trenimizle yeniden Bolzano, yeniden yurt.

Bu geziden bana kalan ise yorgunluk, Venedikin güzellikleri ve yaptığım hatalardan aldığım dersler oluyor.

Kısa kısa Venedik:
+ Murano camı ve gondolları ünlü,
+ Saat kulelerindeki saatler 24 lük sisteme göre, görülmeye değer,
+ Santa Maria meydanı, Rialto Köprüsü ve San Marco meydanı mutlaka görülmesi gereken yerlerden Strada Nuovoya da uğramakta yarar var.