26 Eylül 2009 Cumartesi

DALYAN

Gözümle görmesem inanmazdım! Peki gözümle gördüm de ne oldu? Yine inanamadım.

Geçtiğimiz ay dört günlüğüne kaçtığımız Dalyan ziyareti öncesi, her yeni ya da eski keşifte olduğu üzere biraz kitap karıştırmış, yöre hakkında çıkan yazı ve haberlerin de içinde bulunduğu “gazete kupürleri dosyası” ortaya saçılmış ve nihayet internet ortamında sayısız site ziyaret edildikten sonra dersimiz Dalyan iyice çalışılmıştı. İlk kez yirmi altı yıl önce gidip gördüğüm ve o zamanlar suyun (!) kenarına sıralanmış birkaç barakadan ibaret olarak hatırladığım Dalyan hakkında, böylece eni konu fikir sahibi olmuş ve bilgilerimizi tazelemiştik.

Ancak Dalyan denince ilk akla gelen ve Caretta Caretta’ların dünya üzerindeki en önemli doğurganlık (!) alanlarından sayılan İztuzu sahilini, keşif gezimizin ikinci gününde ziyaret edince gözlerime inanamadım işte…

Çünkü uçsuz bucaksız uzanan ve bir tarafı tatlı su, diğer tarafı turkuvaz deniz olan bu sahili, el değmemiş bâkir bir alan sanırdım öteden beri ben. Belki birkaç gözetleme kulesi ve ilgili – yetkili az sayıda görevli… Oysa sabahtan akşama kadar, teknelerin akın akın taşıdığı insanlarla doluyor bu alan!.. Şezlongları, şemsiyeleri, yiyecek içecek mekanları, suları akmayan (!) duş ve tuvaletleri ile kocaman bir eğlence merkezi… Sadece, Caretta Caretta’ların yumurtladığı, plajın tam orta yeri boş bırakılmış ve bu alana şemsiye çakılması yasaklanmış. Hepsi bu… Eni 100-150 m.yi, uzunluğu ise 6 km.yi bulan altın renkli ve incecik kumlu bu eşsiz coğrafya her daim ve her milletten insanla dolu!

Tamam, bu hayvancıklar sadece geceleri çıkarmış yeryüzüne. Bir de dolunay varsa tepede değmeyin keyiflerine. Bu yüzdendir ki, akşam 19’dan sonra boşaltıyormuş İztuzu. Peki ya istisnalar?!. Çünkü çok değil iki ay önce (Haziran 2009) herkesin meraklı ve şaşkın bakışları altında 1.5 m çapında, 150 kiloluk ve hayli aceleci dev bir denizkaplumbağası güpegündüz sahile çıkmış. Önce arka ayaklarını kullanarak, yumurtalarının tam olarak nerede gömülü olduğu belli olmasın diye birkaç tane sahte çukur kazmış. Sonunda kendince en uygun bulduğu çukura yaklaşık yarım saat süren zorlu bir uğraştan sonra –bu arada çok zorlandığı için bol bol gözyaşı da dökerek– pinpon topu büyüklüğünde (sansar, tilki, çakal, martı ve yengeçlerin izin verdiği ölçüde sadece 1-2 tanesi hayatta kalabilecek) 100 kadar yumurta bırakmış. Arkasından açtığı çukurları yine kendi elleri ve ayaklarıyla güzelce kapatmış ve denizine geri dönmüş. Tabii bu o kadar da kolay olmamış. İki üç yılda bir gerçekleştirdiği bu namahrem eylemini bütün detaylarıyla birlikte izleyen meraklı kalabalık, onu hemencecik bırakmamış. Çoluk çocukla beraber bol bol fotoğraf da çektirmiş.

On beş gün önce yine Dalyan deltasında saatler süren bir sevişmenin ürünü olarak güpegündüz gerçekleşen bu doğurganlık olayının diğer detayları, hâlen İztuzu’nun çeşitli köşelerinde iftiharla ilan ediliyor. Tam 85 milyon yıldır bu alanı kutsal bir görev yeri olarak bilip tanıyan Caretta Caretta’lar, sahilin halka açıldığı son 10-15 yıldır rahat bırakılmıyor. Turistik gelirler uğruna medeniyetin pisliği (gürültü, kirlilik, şamata) ile baş başa bırakılıyor. Bize ise ilk şaşkınlıktan sonra durup uzun uzun düşünmek kalıyor.


Benim Caretta...



Zaten Dalyan’da bulunmak, düşünmek ve düşlere dalmakla eşdeğer bence. İnsan burada bir güz ve bir kış geçirse, oturur kitap yazar. Sabah erkenden pencereni Kral Mezarları’na açmak, arkasından günün en dingin bu saatlerinde yavrularıyla birlikte gezinen ördekleri doyurmak, ağustosböceklerinin cırıltısı başlayana dek sessizliği ve bir başınalığı doyasıya yudumlamak… Yanıldım; kitap için tek mevsim de yeter.

Topu topu beş bin nüfusu var Dalyan’ın. Onların da neredeyse yarıya yakını İngiliz ve Hollandalı. Elin oğlu işini iyi biliyor. Kendi mahalleleri ve işletmeleri var. Eylül Ada’ya bir bebek aldık: Oyuncak dükkanının sahibi İngiliz’di.

Dalyan’da her yer su. Köyceğiz Gölü’nün denize kavuşma çabası yaratmış bu deltayı. Eskiden deniz kenarında olan Köyceğiz, körfez ağzının alüvyonlarla tıkanması sonucu Akdeniz’den ayrılmış, ama tam da kopamamış, sularını bir şekilde denize akıtmaya devam etmiş. İşte tümüyle sazlıklarla kaplı lagünlerden, labirent gibi döne dolaşa denize uzanan kanallardan ve küçücük göllerden oluşan Dalyan, böyle ortaya çıkmış. Müthiş bir rutubet ve sivrisinek istilası ile birlikte…

•••

Dalyan’ı bir çekim alanı haline getiren bir başka özelliği ise Kaunos... Karya’nın önemli limanlarından ve ticaret merkezlerinden biri olan bu antik yerleşim, günümüze kadar ulaşabilen çok sayıdaki Kral Mezarı’nın yanı sıra akropolü, agorası, tapınakları, çeşmeleri, tiyatrosu, surları ve kaleleri ile beş bin yıldır tarihe tanıklık ediyor. Bir zamanlar kendi adına altın para bastıracak kadar zengin olan –bu yüzden de sürekli soyulup yağmalanan– Kaunos, dünyadaki ilk gümrük uygulanan yerleşim yeri olması açısından da önemli. İhracatını yaptığı en değerli ürünü ise tuz ve tuzda balıkmış o zamanlar kentin. İztuzu’nun adının da bu ünden kaynaklandığı sanılıyor.

Dalyan merkezinden sandalla karşıya geçtikten sonra yaklaşık yarım saatlik bir yürüyüşle ulaşılan Kaunos, efsaneleriyle de ünlü elbette. Kentin kuruluşuna dair anlatılan bu efsaneler ise hüzün dolu…

Heredot’a göre; Apollon'un oğlu Karya Kralı Miletos'un ikizleri olur. Erkeğe Kaunos, kıza ise Byblis adı verilir. İkizler birlikte büyürler ve birbirlerine aşık olurlar. Ve bu gizli aşk, ancak bebekleri doğunca ortaya çıkar. Çok öfkelenen kral, oğlunu ülkesinden kovar. O da kendisini sevenlerle birlikte Lidya sınırında, şimdiki Dalyan'ın karşısında kendi adını taşıyan kenti kurar. Gördüğü hakaretlere ve sevdiği kardeşinden ayrı kalmaya çok üzülen Byblis ise gözpınarları kuruyuncaya kadar ağlar ve sonunda bir kayadan atlayarak canına kıyar… Efsaneye göre, Dalyan'daki kanallar, işte Byblis'in bu gözyaşlarından oluşmuştur.

Romalı tarihçi ve şair Ovidius ise bu olayı daha farklı aktarır. Ovidius'dan bize nakleden Azra Erhat'a göre, Kaunos'un kuruluşuyla ilgili efsane şöyledir:

Byblis, Kaunos'a aşık olur ve kardeşine bir mektup yazarak duygularını dile getirir. Kaunos ise Byblis'in duygularını öfke ve tiksinti ile karşılar. İkizini bir daha görmek istemeyen genç adam, babasının ülkesini terk eder ve kendi adıyla anılan yeni bir kent kurar. Byblis ise karşılıksız kalan sevgisi yüzünden hayatına son vermek isteyerek, yüksek bir kayanın üzerinden kendisini aşağı atar. Ama Nymphe’ler (su perileri) Byblis'e acır ve onu bir pınara dönüştürür... İşte Byblis, o gün bugündür düştüğü yerden çağlar durur.

•••

Dalyan, yetersiz alt yapısı ve yönetimsel sorunlarına rağmen üst kültürüyle farklı ve keyifli bir kaçış noktası. Suyun üzerine kurulmuş gibi duran nitelikli konaklama tesisleri, sadece jazz dinlenen ve ‘müziğimizi beğenmiyorsanız lütfen başka yere gidiniz’ diyen kahveleri, parkları, gece gündüz nefes kesen manzarası, doğası, küçük çarşısı ve yöreye has mavi yengecin eşsiz tadıyla haklı olarak övünen lezzet duraklarıyla sık sık gidilesi bir yer...

Biz, ilk fırsatta tekrar gideceğiz.


Fotoğraf: E.Ada



– Eylül 2009

21 Eylül 2009 Pazartesi

İTALYAN KLASİĞİ MİLANO



İTALYAN KLASİĞİ MİLANO
Mart 2009 rotamızın üçüncü ayağı Milano’ydu. Porto havaalanından TAP (Portekiz ulusal havayolları) ile Milano’ya uçacağımız uçağın önüne geldiğimizde biraz şaşırmış ve telaşlanmıştık. 45 kişilik küçük jetler ile daha önce hiç yolculuk yapmamış ve 3 saate yakın sürecek bu yol için bu küçük jetin uygun olup olmadığı konusunda endişelenmiştik. Uçağa binerken eşim hostese “bu uçakla hiç portodan milanoya gittiğiniz oldu mu” diye sordu. Aldığı evet yanıtına güvenip yola çıktık. Neyse ki oldukça rahat ve konforlu bir uçuş ile Milano’ya ulaştık.
Milano’da üç havaalanı var. Malpensa; genel uçuşlar buraya yapılıyor, THY dahil. Ancak şehre 60 km mesafede. Linate; Avrupa ve İtalya içi bazı uçuşlar için kullanılıyor, küçük ama şehrin merkezinde. Almanya’dan Lufthansa kullanıyor. Orio Al Serio; aslında Bergamo’da, ama Milano’ya 60 km uzaklıkta ve Myair; İstanbul-Milano için buraya iniyor. Biz de Malpensa’ya indik ve kişi başı 7 euro ödeyerek shuttle otobüsle şehir merkezi yolunu tuttuk. 1 saate yakın süren bu yol merkez tren istasyonunda son buluyor. Elbette her gezi öncesi google earth çalışmaları ile hazırladığımız haritaları kullanarak otelimizi bulduk.
Milano, tam bir otel cenneti. Sayısız otel var. İyi bir araştırmayla merkezi, uygun ve kaliteli bir otel seçebilirsiniz. Best Western Hotel Felice Casati (****) bizim kaldığımız ve üç kişi için gecesine 90 euro ödediğimiz (kahvaltı dahil) güzel bir adresti. Tren bağlantısı ve katedral için iyi bir konuma sahipti.
Kentin ilk ziyaret noktası, merakla beklenen bölgesi elbette katedral ve çarşısıdır. Katedral hakkında detaya girmeyeceğim, yeterince kaynağa çok kolay ulaşabilirsiniz. Her Avrupa kentinde olduğu gibi Duomo Katedralidir, gotiktir. (bu terimi kendi sözlerimle açayım; 12.yy ın sonlarında başlayan, şehircilik etkisi ile ortaya çıkmış bir Avrupa sanatıdır. Doğu ve Bizans kültürüne karşı benimsenmiş, farklılığı ortaya koyma çabasıdır.) Tanrıya en çok yaklaşma yarışında en başarılı Dom Katedrallerinden biridir. Gezmek ücretsiz ancak her daim kapıda güvenlik sırası bulunmaktadır. Normal olarak içeride flaş kullanmak, cep telefonu ile konuşmak, çocuk ağlaması yasaktır. Bulunduğu meydan, hemen yanındaki çarşı, çevre binalar insana Açıkhava müzesi izlenimi yaratsa da her şeyin ölçü olarak bu kadar büyük olması bence Milano’yu Floransa ve Siena’nın bir adım önüne taşır. Tabii Milano eserleri daha gençtir.
İşte bu meydana yürüyerek yaklaştıkça hararetli bir kalabalık stad sesi de duymaya başladık. Sonunda meydana geldiğimizde katedralin hemen sağında, abartmayayım ama neredeyse katedralin cephesi ebatlarında dev bir ekran kurulmuş olduğunu gördük. Ekranda İtalya-Avustralya rugby maçı vardı. Sesi de yeri göğü inletecek cinstendi. İnanın dev ekran ve katedral müthiş bir tezattı. Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu nerede, görevlerinin başında değiller mi diye düşündüm. Meydanın bir klasik özelliği de güvercinleri. Suriye'li veya Mısır’lı satıcılardan satın alacağınız yemleri elinizden, kolunuza konarak rahatlıkla yer bu güvercinler. San Marco’daki gibi.
Katedralin sol tarafında ise Galleria Vittorio Emanuele II adında dünyanın en eski AVM’si bulunmaktadır. Adını ilk İtalya kralından almaktadır. Katedralin ihtişamı altında kesinlikle ezilmeyen ve yarışan bir yapı. Çarşı; Piazza del Duomo ile Piazza della Scala’yı birbirine bağlar. Caddeler arası geçiş açısından İstanbul kapalı çarşıyı andırabilir. Cam tavanı Brüksel’de bulunan Saint-Hubert camlı çarşıya benzemektedir. Tabii tüm ölçüler Milano’ya has müthiş büyüklükte. Göbekteki octoganal yapının cam tavanını ise hiçbir yerde görmedim. Çarşı içinde yürürken gözüm hep tavanlarda kaldı, birçok turistin olduğu gibi. 1865-1877 arasında 12 yılda inşaatı tamamlanmış genç bir bina diyebiliriz. Ancak tasarımı Giuseppe Mengoni tarafından 4 yılda yapılmış. Meşhur markaların dükkanları ile dolu alanda tabela birliği sağlanmış. Siyah üzerine sarı işlemeli reklamlar en azından göze çok batmıyor. Herşeye rağmen nefis taş işlemelerin arasında kocaman Mc. Donald’s a gülmemek elde değil.



Şehrin bende iz bırakan müthiş yapılarından biri tren istasyonu (merkez), diğeri La Scala tiyatro binasıdır. Her ikisi de ebat olarak kendi alanlarında en büyükler arasındadır. Tren istasyonu; inşaat sahasının topoğrafyasından faydalanılarak iki katlı inşa edilmiş. Açık alanda iki katlı sayısız hat yapıp işletmek ve bunu inanılmaz cephe süslemeleri le sergilemek çok vurucu ve akıllıca gerçekten. Harika istasyonu Mussolini yaptırmış. Kente nefis bir eser katmış ama faşizmin insanlığa ne kadar zararlı olduğunu anlayamadığından zararını kendi görmüş ve 1945’te yine Milano’da baş aşağı asılarak halka teşhir edilmiş.

Milano, İtalya’nın tüm diğer kentleri gibi iyi korunmuş tarihi yapıları, tarihi sokakları, temiz çevresi, tramvayları ile gerçek bir turizm kenti. Bunun yanında otomotiv ve moda konusunda da öncü bir kent. Alışveriş için giden çoktur. Bana garip gelir böyle şeyler ama Milano da bu durumu doğal karşılamak mümkün. Seçenek ve fiyat skalası o kadar çeşitli ki, mutlaka size uygun bir şeyler vardır.

İtalya klasikliğinde bir diğer konusu da restaurantları bence Milano’nun. Katedral meydanında ya da camlı çarşı içinde çok lezzetli menüler bulabilirsiniz. Eğer yemek ve harika tatlılar ile biten bir öğün düşünüyorsanız, şarap dahil kişi başı 30-35 euroyu gözden çıkarmalısınız. Bu rakamlar tabii meydanda böyle. Civar sokaklarda ise biz bazen eşimle, bazen oğlumla keşifler yaptık. Bir akşam tavşanlı spaghetti bulduk. Çok lezzetliydi. Bir akşam haşlama kokoreç bulduk, şaşırdık ama pek beğenmedik. Pişirme tekniği farklıydı biraz. Hem Avrupa birliğinde yasak değil miydi? Pizzalar, pasta grubundaki hamur işi yemekleri her zamanki gibi çok iyiydi. Son gece ise yine sokak aralarında deniz mahsulleri çalışan bir yer bulduk. Midyeli pilav, kılıç balığı ve codfish süperdi. Tiramisu ve cappucino deyince zaten İtalya’yı hep önde tutarım. Milano’da da bu ikiliyi en uyumlu ve lezzetli şekilde sokak cafelerinde tadabildik.
Genel olarak İtalya’yı beğeniyorsanız Milano’yu da gezi listenize alabilirsiniz. Ana hedef olmasa da çok yönlü ulaşımı için en azından bir uğramaya fazlasıyla değer.
Saygılarımla,
Bülent Tercümanoğlu

17 Eylül 2009 Perşembe

ABD Gezisi 2 - San Fransisco






If you're going to San Francisco
Be sure to wear some flowers in your hair
If you're going to San Francisco
You're gonna meet some gentle people there


Saçlarımıza çiçek takmadık ama San Fransisco’da gerçekten çok nazik insanlarla karşılaştık. Sevecen, yardımsever ve hayat dolu. Evsizinden sokak çalgıcısına, işadamından otobüs şoförüne tüm San Fransiscolular şarkıda da belirtildiği gibi nazik olmayı sanki bir görev kabul etmişler ya da kültürlerine işlemiş.
Amerika’nın en sıra dışı şehrine bu ikinci gelişim. İlk gelişimde iki gün kalıp Las Vegas’a uçmuştuk. Fisherman’s Wharf ve Pier 39 dışında aklımda çok bir şey kalmamış. Biraz da Alcatraz. Buraları da şehrin en turistik yerleri zaten.
Bu sefer San Fransisco’yu keşfetmek için tam 12 günüm var. Chicago’dan LA aktarmalı bir uçuşla sabah dokuzda başladığımız uçuşumuzun sonunda yerel saatle 6 gibi SF havaalanındayız. Ertesi gün kızımı ve kardeşimi karşılamak için tekrar havaalanına gideceğimizden bu ilk gece alana yakın bir otelde konaklıyoruz.
Heyecanlı bir bekleyişten sonra nihayet kardeşler tekrar bir arada. İlk 15 dakika hasret giderdikten sonra taksiye binmeden dalaşmaya başladılar bile.
Otelimiz şehrin merkezine çok yakın olmamakla birlikte konum olarak ulaşılması basit bir yer olan Japan Town’da. Burası japonların yoğun olduğu bir bölge. Etrafta japon marketler, restoranlar ve japon malı satan çok sayıda işyerinin olduğu bir semt. Bu nedenle kaldığımız süre boyunca bol bol sushi tükettik. Ama çok geçmeden SF’nun asıl nüfusunu oluşturanların Çinliler olduğunu görüyoruz. Amerika’daki en büyük Chinatown da burada zaten.
İlk gün biraz dolaştıktan sonra özellikle jet leg mağduru kızım ve kardeşim ayakta uyumaya başladıkları için otelimizin yolunu biraz erken tuttuk, ama daha sonraki günler San Fransisco’da ayak basmadık yer bırakmadık
San Fransisco’yu keşfetmenin en güzel yolu yürümek. Ancak her daim iki çocukla birden yürümek o kadar kolay olmadığından çoğu kez toplu taşımayı kullanıyoruz. Toplu taşıma konusunda alternatif çok. Otobüs ve metro dışında, tramvay ve cable car denilen San Fransisco’nun sembolü olmuş cadde tramvayları sizleri istediğiniz yere taşıyor. Ulaşım oldukça pahalı. Cable car’da indi bindi 5$ diğerlerinde ise 2$. Ancak bu vasıtaları sürekli kullanacaksanız bizim yaptığımız gibi adam başı 24$ verip haftalık paso almak en iyisi. San Fransisco’nun yokuşlu sokakları yürümek için oldukça yorucu olduğundan en akıllı çözüm bence bu. Şehirde araba kullanmak ise park yeri probleminden dolayı zor.
Otelimizde kahvaltı biraz pahalı olduğundan ilk günden itibaren kahvaltımızı şehirde yapmaya karar verdik. Böylece otelde vakit geçirmeden kendimizi dışarı atmış olduk. Aktarma alacağımız durak olan Union Square’de indiğimizde gözümüze çarpan ilk yer olan Lori’s Diner adlı restoranda kahvaltı o kadar hoşumuza gitti ki birkaç gün hariç diğer günler de hep burada yaptık kahvaltımızı.
Ağustos ayı olmasına rağmen hava oldukça serin. Daha kuzeyde şortla dolaşırken burada üstümüze pantolon ve mont giyiyoruz. Geceleri ise hafif bir rüzgarla birlikte hava iyice üşütüyor. Bu San Fransisco’nun klasiği. Otobüste tanıştığımız bir yazar bize Mark Twain’in San Fransisco’yla ilgili bir sözünü aktarıyor:
“ Hayatımda yaşadığım en kötü kışlardan biri bir SF yazıydı” demiş Mark Twain.
Ama SF cıvıl cıvıl. Her yer turist kaynıyor. Özellikle Alman ve Fransız turistler çoğunlukta. Bu nedenle Cable Car’a binmek için uzun kuyruklar oluşturuyorlar.

Her zamanki gibi gezmeye Fiherman’s Wharf’tan başlayacağız. Burası 1 numaralı turistik bölge. Pier (İskele) 45’in önündeki bu alan özellikle deniz mahsülleri ve bölgeye özgü kral yengeç yemek isteyenlerin uğrak yeri. Bu bölge aslında Pier 39’a kadar en kalabalık bölge. Çevrede bir çok kafe, hediyelik eşya mağazası, restoran ve eğlence yerleri var. Özellikle Boudin kafe, aynı zamanda bir ekmek fabrikası, mutlaka girilmesi gereken yerlerden biri. Burada ekşi hamurdan (sourdough) yapılan ekmekler civar lokantalarda içi oyularak kase haline getirilip içinde nefis çorbalar servis ediliyor.
Pier 39 lokanta ve hediyelik eşya satan mağazaların dışında önündeki sallarda sürekli gürültü çıkararak güneşte keyifle uzanıp yatan deniz aslanlarının buluşma yeri. Şehrin neredeyse yarısının yıkıldığı ya da çıkan yangınlar sonucu yandığı 1906 depreminden sonra burayı mesken edinmişler ve bir daha da gitmemişler.
Sahil boyunca yan yana bir çok iskelenin olduğu bu şeride Embarcadero deniliyor. Bu iskelelerden körfez içindeki Alcatraz ve Angel Adalarına ve körfezin karşı kıyısındaki şehirlere gitmek i ya da körfez turu almak için tekneler kalkıyor. Yoğunluk nedeniyle Alcatraz Adası turlarına bilet yoktu. Aslında daha önce yaptığım, çocuk dahil kişi başı 75$ dolar olan bu tur çok da ilgi çekici gelmemişti bana. Körfezi tekneyle dolaşmak hem daha ucuz hem de adayı çepeçevre dolaşıyor üstelik Golden Gate Köprüsünün de altından geçebiliyorsunuz.
Fisherman’s Wharf’un diğer istikametine doğru gidildiğinde mutlaka gezilmesi gereken Ghirardelli Square var. Bir çikolata ve şekerleme firmasının aynı isimdeki kurucusu olan Ghirardelli tarafından yapılmış bu binanın içinde tabi ki firmanın meşhur çikolataları dışında bir o kadar lezzetli dondurma çeşitlerinin de bulunduğu iki kafe var.
Meydanın hemen köşesinde kendi aramızda konuşurken bir sokak çalgıcısı bize “ Siz Türkçe konuşuyorsunuz değil mi?” diye soruyor ve bize oracıkta Türkçe bir şarkı söylüyor Kendisi hiç Türkiye’ye gelmemiş ancak her dilden şarkı söylediğini ve bunları internetten indirdiğini açıklıyor.
Meydanın hemen dibinde Cable Car’ın iki hattından (Powell/Hyde) birinin başlangıç durağı var. Meydanın önündeki alandan denize girmek de mümkün. Su buz gibi, ben ayaklarımı sokmakla yetiniyorum ama çocuklar soğuk falan demeyip atıyorlar kendilerini suya.
San Fransisco konum olarak bir yarımada. Oldukça tepelik olan şehrin bir çok yerinden bu sayede denizi görmek mümkün. Tabii manzaranın da keyfine doyum olmuyor. Körfezin iki yakasını Golden Gate birbirine bağlıyor. Bir o kadar güzellikteki Bay Bridge ise şehrin diğer bir köprüsü.
Bir başka gün faaliyeti olarak bisiklet kiralayıp Golden Gate’i geçmeye karar veriyoruz. Burada yaygın olarak bisiklet ve iki kişilik tur arabaları kiralayan firmalar var. Özel olarak yapılmış bisiklet yolları araçla geçemeyeceğiniz güzel manzaralı yerlerden gitmenizi sağlıyor. Arda benim arkama iliştirilmiş bir tekerlek (bknz resim) üzerinde olmak üzere 3 adet bisiklet kiralayıp bize verilen rotayı yapmak üzere yola koyuluyoruz. Bu yaklaşık 30 km’lik bir yol. Köprüye doğru oldukça inişli çıkışlı bu yol daha ilk etapta nefeslerimizi tüketiyor. Sağımızda deniz Golden Gate’e gireceğimiz Presidio’ya doğru devam ediyoruz. Burası yeşillikler içerisinde bir park. Dik bir yokuştan köprüye çıkıp onlarca kişiyle birlikte bisikletle karşıya geçmenin keyfini çıkarıyoruz. Köprüden geçmek, şehre bir de köprüden bakmak güzel bir duygu. Golden Gate gerçekten çok estetik bir köprü. Boğazdaki gri betonlar aklıma gelince üzülüyorum. İstanbul aslında daha iyisini hak ediyor ama ne yazık ki böyle bir vizyona sahip yöneticiler yok.
Köprünün karşı kıyısı Sausalito. Küçük ve şirin bir sayfiye kasabası. Yemek ve dondurma molasından sonra yola devam ediyoruz. Hedefimiz Tiburon’a kadar gitmek. Küçük bir koyu dolaşıp oradan feribotla karşıya şehre geri döneceğiz. Zaten bu yolu geri dönmeye de imkan yok. Bol yokuşlu bu yolda bisikletle gitmek bir eziyet halini almaya başlıyor. Kah dinlenerek

kah bisiklet elimizde 30 km’yi tamamlıyoruz. Yol boyunca çok güzel yerlerden geçiyoruz. Bazı yerde trafiğe karıştığımız olsa da sürücüler çok dikkatli ve hepsi size öncelik tanıyor. (Gözünü seviyim İstanbul).
Yolun sonunda bisikletlerimizi feribota yerleştirip San Fransisco’ya döndüğümüzde saat akşam altı olmuştu. 2 saatte yaparız dediğimiz yol tam 8 saat sürdü. Aslında Tiburon’a kadar gitmek yerine Sausalito’dan da dönmek mümkün. Oradan da karşı kıyıya feribotlar var.

Şehrin en hareketli mekanlarından biri de Union Square. Güzel binalarla çevrili bu meydanda akşamları canlı caz dinleyebileceğiniz restoranların yanı sıra, şık mağazalar ve büyükçe bir alışveriş merkezi de mevcut. Emsallerine göre şık bir AVM olan Westfield’de bir çok markanın mağazasını bulmak mümkün. Alt katı ise Food Court olarak hizmet veriyor. Ancak SF’da alışveriş diğer eyaletlerdeki şehirlere göre yüksek satış vergisinden dolayı %3 ile %10 daha pahalı.
Her gün kahvaltı yaptığımız Lori’s Diner da Union Square de olduğundan sabahları buraya gelmek bir rutin halini almıştı. Cable Car’ın sonlandığı durak da burada. Bu hattı alarak Fisherman’s Wharf’a gitmek mümkün. Ayrıca hat Nob Hill ve Chinatown’ın da yanından geçiyor. Biz Wharf’a gitmek için genelde cadde tramvayını tercih ettik. Bir çok mağazanın bulunduğu Market sokağını takiben kıyıdan kıyıdan iskeleleri geçerek giden bu tramvayların hepsi çok eski olmasına rağmen oldukça bakımlı. Değişik şehirlerin isimleri verilmiş bu vasıtaların hepsi birer antika. Şehirde bolca da troleybüs var.
Nob Hill şehrin en lüks binalarının olduğu yer olsa gerek. Ayrıca Grace Katedrali de burada. Katedral içinde yere yapılmış yuvarlak bir labirent var. Bir ucundan girip şaşırmadan diğer ucundan çıkınca dileğiniz kabul oluyor. Ben Brezilya’ya gitmeyi diledim. Göreceğiz bakalım.

Şehrin en renkli mekanı hiç kuşkusuz Chinatown. Rengarenk yapılar ve mağazalar semtin her yanını süslemiş durumda. Dakikalarca dolaşıp mağazalarda genelde hiçbir işinize yaramayacak Çin malı bir sürü şey bulabilirsiniz. Çin yemeği seviyorsanız burası tam yeri. Semtin bittiği yer olan Columbus Avenue’nun diğer tarafı ise North Beach. Burası da İtalyan mahallesi. İtalyan kafe ve restoranları da burada. Washington Meydanı’na komşu olan bu mahallede direklerin üzeri italyan bayraklarıyla boyanmış. Meydanın en güzel yapısı ise St. Peter ve Paul Katedrali. Whoopie Goldberg’in Sister Act (Çatlak Rahibe) filminin çekildiği mekanmış ayrıca. Meydanın hemen yanından ise Coit Tower’a otobüs kalkıyor. Burası Telegraph Hill denilen tepenin üzerine itfaiyecilerin anısına yapılmış hortum şeklinde bir kule. Biz kuleye otobüs gittiğini bilmediğimizden tepenin diğer yanındaki merdivenlerden çıkmıştık. Tahminim 500 basamak kadar olan bu merdivenleri tırmanmak oldukça yorucuydu. Buraya yakın başka bir tepe olan Russian Hill’de ise dünyanın en garip sokaklarından biri var. Lombard sokağının bu kesimi herhalde en dolambaçlı sokaklarından biri. Çok dik bir yokuşta kazaları önlemek için yol zigzaglar haline getirilmiş.

San Fransisco iklim olarak tuhaf bir şehir. Buraya körfez şehri anlamına gelen Bay City denmesine rağmen havasının genelde sisli olmasından dolayı Sisli Şehir ( Foggy City ) de deniyor. 12 gün boyunca Golden Gate’in tamamını berrak bir şekilde çok az görebildik diyebilirim. Köprü neredeyse hep sisler altındaydı. Böyle dağınık bir sis değil de sanki elle çizilmiş gibi silindirik duvar şeklinde. Köprüden bisikletle geçtiğimiz gün köprünün tamamını net bir şekilde gördüğümüz ender günlerden biriydi. Tekneyle yaptığımız körfez gezisi de yine sisli bir güne denk gelmişti ancak köprüden körfezin içine doğru geldiğimizde sis falan kalmıyordu.
Tekne turu da herhalde mutlaka yapılması gereken aktivitelerden biri bu şehirde. Köprünün altından geçip Pasifik’in çalkantılı sularına kadar götürüyor sizi daha sonra da Alcatraz Adası’nın etrafında dolaşarak geri dönüyorsunuz.

Şehre Coit Tower’dan bakınca çok fazla yeşillik yok etrafta. Kulenin batısı ise gökdelenlerin bulunduğu finans bölgesi. Transamerica binası en yüksek gökdelen. Eskiden tepesine çıkılabilen bu binaya artık güvenlik nedeniyle izin verilmiyormuş. Şehir tepeden bakınca her ne kadar gri görünse de içinde dolaştığınızda renkli binalar sarıyor sizi. Hala çok sayıda Victoria dönemi evleri var. Çoğu restore edilmiş ve bakımlı halde. Bunlar artık milli servet olarak kabul ediliyor. Bunun yanı sıra şehrin içine serpilmiş çok sayıda güzel binalar da var. Özellikle opera binası ve yönetim binalarının bulunduğu Civic Center görkemli binalarla çevrili.
Şehirde en çok hoşumuza giden yerlerden biri de hiç kuşkusuz Lincoln Park’ın içindeki Legion of the Honour Müzesi oldu. Çok güzel bir bina içerisindeki bu müzede tanınmış bir çok ressam ve heykeltraşın yanında Rodin’in “Düşünen Adamı” ile birlikte çok sayıda eseri de vardı.
Parklar Amerikan şehirlerin akciğerleri. San Fransisco da parklardan bolca nasibini almış durumda. Golden Gate Köprüsünden Fisherman’s Wharf’a kadar olan sahil marina ve park olarak ayrılmış. Bunun yanı sıra şehrin doğusunda yer alan Golden Gate Parkı şehrin en büyük parkı. İçinde kanoyla dolaşabileceğiniz yapay göletler ve harika oyun parkları var. Japon Bahçesi, De Young Müzesi ve Conservatory of Flowers da parkın içinde.

Vaktiniz varsa uğramadan geçilmemesi gereken bir yer de Haight ve Ashbury sokaklarının kesiştiği bölge. Golden Gate Park’ın doğu girişine yakın olan bu bölge çeşitlilik arz eden bir çok sıra dışı dükkana ev sahipliği yapıyor. Kitapçılar, dövme yapanlar, farklı giyim tarzına yönelik mağazaların yanı sıra etnik yemek lokanta ve marketlerini burada bulabiliyorsunuz. Hoş bir sürpriz de dinlenmek için girdiğimiz kafenin sahibinin Türk olmasıydı.

Eşim (Senem) biz San Fransisco’ya geldikten 1 hafta sonra bize katıldı. Geldiği uçakla kız kardeşim dönüş yaptı. Böylece alanda yarım saat kadar görüşebildiler. Bizi havaalanına getiren taksinin şoförünün de Türk olması başka bir ilginç tesadüftü.

Geri kalan 3 günümüzü de San Fransisco sokaklarını arşınlayarak dolu dolu yaşadık. Fort Lauderdal’e doğru uçarken geride çok keyifli anılarla dolu geziyi geride bırakmıştık.

16 Eylül 2009 Çarşamba

ZORUNLU ZÜRİH GEZİSİ

















ZORUNLU ZÜRİH GEZİSİ
Bu yılın (2009) Mart ayında Stuttgart, Porto, Milano ve eve dönüş olarak planladığım rotanın tüm uçak ve otel rezervasyonlarını her zamanki gibi ofisten internet bağlantısı ile yapmıştım. Milano’dan İstanbul’a dönmek için Myair den ekonomik uçak bileti satın alarak ne kadar akıllıca bir iş yaptığımı THY’nin tek yön uçak bileti satışı konusunda astronomik rakamlarının anlamsızlığını filan arkadaşlarıma anlatıyordum.
On günlük gezimiz için İstanbul’dan çıkış yapmamıza birkaç gün kala myair.com a girdiğimde gördüm ki uçağımız bir gün ertelenmişti. Ne güzel! Haber vermeden, sorgusuz sualsiz. Milano’da bir gün fazladan kalmaktansa biraz daha araştırma yapıp Zürih’ten İstanbul’a çok daha ekonomik fiyatla pegasusla dönmeye karar verdik. Milano Zürih arasını da trenle geçme fikri oldukça hoş geldi kulağımıza. İşte bu şekilde hiç planda olmayan Zürih, rotamıza eklenmiş oldu.
Swiss rail’e internet üzerinden üye olarak, 56 euro’ya aldığım üç kişilik tren biletimizle Milano tren istasyonundan Zürih’e doğru yola çıktık. 4 saat süren tren yolcuğu karlı Alp dağlarını aşarak Zürih’te son buldu. Bu demiryolu seyahati beni çok etkiledi diyebilirim. Dik ve kayalık, oldukça zor bir coğrafyada müthiş bir hat kurulmuştu. Köprüler, viyadükler, tüneller her biri inşaat sanat eseriydi. 350 km lik böylesi bir ray hattının maliyetine katlanmak ancak düzgün ve basiretli bir yönetimle açıklanabilir. Dahası; çok yüksek rakımlarda bile çiftlik evler, ekili alanlar, hayvancılık çalışmaları da gördük. Ülkemizin sert coğrafyasında 80 yıldır ne yapamadıysak hepsi karlı alp dağlarında vardı.






Zürih tren istasyonunda indiğimizde Almanya ve ya Hollanda’nın klasik istasyonlarından birine gelmiş gibiydik. Nordsee burada da vardı. Kuzeyin deniz ürünleri ve farklı mutfak anlayışları bize cazip gelmiştir. Bulunduğumuz iki gün içinde iki öğlen NordSee de yedik. Akşam yemekleri ve arada kahve molaları için şehirde gezindiğimizde daha önceden de bildiğimiz pahalılık durumunu yakından fark etmiş olduk. Zürih için çok zengin ve çok pahalı bir kent diyebiliriz. Zaten üç yataklı odamıza Hotel St. Josef’te(***) gecelik 120 euro ödememizden de belliydi. Yine de bu oteli konumu, temizliği, kahvaltısı ve hizmetiyle tavsiye ederim.

İsviçre ve Zürih hem tüm dünyanın bankası gibidir hem de tüm uzlaşmaların planlandığı yerdir. İki dünya savaşının da son bulmasında önemli anlaşmalar İsviçre de imzalanmıştır. Yasadışı tüm dünya örgütleri de paralarını bu ülkede güvenceye alırlar. Dünya futbolu bile bu ülkeden yönetilir. Ombudsman, statesman, elder statesman gibi kavramlar hep burada doğmuş. Bir bilene sorulacak sorular, hakemlik işleri, danışılacak her şey için adres İsviçre olmuş. İşte bu sayede ortaya büyük bir zenginlik çıkmış. Gördüğüm çoğu Avrupa kenti bir yana Zürih bir yana. Modelini ilk kez gördüğüm bilinen marka otomobillerin dışında adını hiç duymadığım bir çok marka lüks araç vardı yollarda. Porsche marka araçlar gençlerin kullandığı basit sınıf olarak karşımıza çıkmıştı. Zürih gölünün çevresinde bulunan malikaneler, göle demirlemiş olan yatlar ve yat limanı da çok şaşırtıcıydı.






Otelde, restaurantlarda, kafeteryalarda gördük ki “İsviçre’li” çalışmıyor. Resepsiyonist, garson, temizlikçi, aşçı, şoför, biletçi hep başka ülkelerden gelmiş göçmenler. İsviçre’li ise finans ve arabuluculuk işleriyle meşgul. Taksiler Türk vatandaşlarımızın çoğunlukta olduğu bir dal. Hepsinin boynunda asılı kimlik kartları, kimi süper lüks , kimi klasik Amerikan arabalarıyla hizmet veriyor. Ama elde tespih “Emin ağbi, az ileri al” bağırmalarıyla kendilerini belli ediyorlar. Restaurantlar arasında da bir iki Türk lokantası var. Genel fiyatlara baktığımızda bu ülkede iki yılda, Türkiye’de 30 yılda kazanılandan fazlasını elde ediyorlar.






Sokaklarda rahat kıyafetleri ile gezen turistler ve öğrenciler dışında tek tük gördüğümüz İsviçre’liler mutlaka formal kıyafetleri ve ciddi halleriyle dikkat çekiyorlar. Zürih’in meşhur bar-kafeteryası Odeon’da bir şeyler içmek için oturduğumuzda kentin esas sahiplerinin yaşantısından kısa bir kesit görmüştük. Odeon’da pek turist yoktu, ki bu da normal çünkü fiyatlar genel Zürih skalasını da aşıyordu.

Binaların tarihi cephelerinin korunmuş olması, kumlama ve aslına uygun boyalar ile bakımlı tutmaları, dekoratif çatı kaplamaları, çok düzgün kaldırım taşları, parke taş yolları, kusursuz asfalt caddeleri, tertemiz bahçeler, yemyeşil parkları insana konforlu bir şehir yaşamı sunuyor. Dakik işleyen tramvay hatları, tramvayların yön ve sıklık açısından işleyişleri, tren-tramvay-finüküler gibi ulaşım araçlarında bilet kontrol olmayışı, yaya hakkının kutsallığı birer medeniyet ölçüsü. Tabii dünyanın kayıtdışı servetlerinin defterini tutmaları bu duruma tezat bence. Zürih’te müze gezemediğimiz gibi herhangi bir sanatsal etkinlikte de bulunamadık. Zürich See adını verdikleri gölde tekne turu yaptık, sokakları bol bol adımladık, bazı dükkanlara girdik çıktık, sokak çalgıcılarını dinledik, Üniversite’ye uğradık, yedik içtik derken iki gün geçti. İşin aslı 12 günlük seyahatin son durağı olması, her çocuklu gezginin olduğu gibi bizim de gücümüzü tüketmişti.

Dönüşte “transfer” olarak adlandırılan havaalanı ulaşımının rahatlığı az önce anlattığım şehir konforunun bir parçasıydı. 20 dakika arayla kalkan ister tramvay ister trenle 10 dakika içinde havaalanına ulaşabiliyorsunuz. Schipol o ana dek gördüğüm en büyük havalimanıydı. Oysa Zürih çok daha büyük ve geniş. Havaalanı içinde ayrıca bir metro-tren hattı var. Çok düzenli ve kolay ulaşılabilir iç dinamiğe sahip. Alan polisinin pasaportumuza çıkış damgası vururken ne bilgisayar üzerinde ne de evrak üzerinde hiçbir kayıt tutmaması da insan giriş-çıkışının aynı para transferi gibi kayıtsız olmasına benziyordu.
Luzern, Bern ve Davos İsviçre’de görmeyi arzu ettiğim diğer noktalar. Pegasus’un ekonomik ve düzenli uçuşları var, tabii konaklama ve yaşam masrafları için hazırlıklı olmak gerekir. Hava ve demiryoluyla rahat ulaşılabilen bu ülkeyi rotanıza almanızı farklı yaşam biçimlerini görmek açısından sizlere tavsiye ederim.
Saygılarımla,

Bülent Tercümanoğlu






BAL,BADEM BALIK ÜÇLEMESİ YA DA ARŞİPELD'İN LACİVERT İPİLTİLERİNDE KULAÇ ATMAK : DATÇA




Tanrı,
yarattığı kulunun uzun ömürlü olmasını isterse,
DATÇA yarımadasına bırakır
STRABON


Oğlumuzu ERASMUS Programı için İtalya’ya yolcu etmemiz ve valizinin kaybolması ile THY’ nın bize yaşattığı sıkıntılı bir haftanın ardından bir hafta gecikmeyle valizin oğlumuza ulaşması ile rahatladıktan sonra bu gergin haftanın sıkıntısını atmak için hiç programımızda olmamasına rağmen yollara düşüyoruz.
Rotamızda daha önce görmediğimiz ve dinginliği ve huzuru ile ünlenen “Bal Badem ve Balık” üçlemesinin diyarı, Can ( YÜCEL ) Baba’nın mekânı DATÇA var.
İstanbul’u felç eden ve 30 kişinin ölümüne yol açan yağmurlu bir haftanın ardından, meteorolojinin yağmur vermesine rağmen güneşli bir eylül sabahında yola düşüyoruz. İzmir Aydın otoyolunun Torbalı yakınlarındaki Mola tesislerinde güzel bir kahvaltı yapıp yola devam ediyoruz.
Aydın Otoyolundan çıkıp Çine’ye doğru çeviriyoruz rotamızı. Çine’nin meşhur köftecilerine dönüşte uğramak üzere Çine’den çıkıyoruz. Çine çıkışındaki kaya oluşumları dikkatimizi çekiyor. Burası ilginç ve dev boyutlardaki kaya oluşumları ile Kapadokya’yı aratmayacak bir DOĞAL KAYA MİLLİ PARKI olabilecek bir yer. Aracımızı park edecek uygun bir cep bulamadığım için bu ilginç kaya oluşumlarını fotoğraflayamadan devam ediyoruz.
Yolumuzun üzerinde Yatağan var. Termik santralı ve onun yaydığı ölüm kokusu ile adını duyuran bu ilçemizden güzel bir sonbahar gününde geçiyoruz. İlçenin çıkışında kahverengi bir tabela dikkatimizi çekiyor. BELEN KAHVESİ 8 Km. Hemen sağa, Belen yoluna giriyoruz. Beş dakika sonra oradayız ve Belen Kahvesinden Ovaya bakıyoruz. Güzel bir şekilde restore edilmiş kahvenin bahçesinde ovaya karşı kahvemizi içiyor ve yorgunluğumuzu atıyoruz. Kahvenin içinde türküde adı geçen, ormancı, muhtar Tevfik ve Bay Mustafa’nın fotoğraflarını görüp türkünün öyküsünü ve türküyü dinliyoruz. Bugüne kadar hep bir aşk ve kıskançlık sonucu Ormancının Tevfik’i vurduğunu düşündüren öykünün öyle olmadığını sarhoş Ormancı’nın taşkınlıklarına engel olamayan Bay Mustafa’nın Ormancı yerine yanlışlıkla Tevfik’i vurduğunu öğreniyorum. Benim için öykü aşk öyküsünden sarhoş muhabbetine indirgeniyor ve köyün iki gencinin pisipisine hayatlarının karardığını anlıyorum.
Kahvelerimizi içip hatıra fincanlarımızı aldıktan sonra yola devam ediyoruz. Muğla, Ula’yı geçip Sakar Geçidine ulaşıyoruz. Gökova Körfezini ve ovayı izleyerek döne döne Sakar’dan iniyoruz. Marmaris yoluna girdiğimizde saatler öğleye yaklaşıyor. Yemek molasını Çınar Restoranda vereceğiz. Sedir adası yolu üzerindeki Çınar Restoran çınar ağaçlarının ortasında yeşillikler içinde, her yerden suların aktığı, ördeklerin, kazların, tavukların serbestçe dolaştığı bir doğa cenneti.
Marmaris’in içinden geçip Datça yoluna devam ediyoruz. 60 km bir yolumuz kaldı. Virajlı ve dar yolu ile ünlenmiş Datça yolu yenilenmiş, genişletilmiş, gereksiz virajlar kaldırılmış. Çok rahat bir yolculukla kâh Gökova körfezini, kâh Hisarönü körfezini seyrederek Datça’ya varıyoruz.
Konaklama için daha önce öğretmen arkadaşlarımızdan ve burada konaklayan arkadaşlarımızdan olumlu referanslar aldığımız Datça’nın merkezindeki Öğretmen Evini seçiyoruz. Doğrusunu isterseniz aynı fiyata ya da beş on lira fazlasına yine merkezde ama hizmeti ve alt yapısı daha düzgün başka otellerde ve pansiyonlarda konaklanabilir. Datça merkezde öğretmen evinin hemen önündeki mavi bayraklı plajdan ya da restoranların önündeki plajdan denize girilebilir. Biz eşyalarımızı odaya bırakıp hemen kendimizi serin sulara bırakıyoruz. Akşam yemeğimizi de Öğretmen Evinde yedikten sonra Datça’yı keşfe çıkıyoruz.
Sahili, limanı, küçük ama hareketli çarşısını dolaşıyoruz. Limana yakın bir yerde “ İzmir lokması “ ve çay molası veriyoruz.
Datça’daki ikinci günümüzde programımızda Datça koylarına yapacağımız tekne turu var. Ramazan ve sezon sonu olması nedeniyle 15 kişiyi zor toplayıp yola çıkıyoruz. 100 kişilik teknede 15 kişiyiz. Datça’nın lacivert sularını beyaz köpüklerle yar yara ilerliyoruz. Koyun ucundaki feneri döndükten bir müddet sonra Dilek Mağarası’nın önünden geçiyoruz. Bozuk paralarımızı denize atıp “ sağlık “ diliyoruz. İlk yüzme molamız Domuz Çukurunda. Türkuaz yeşil sularda yarım saat yüzme molasını değerlendiriyoruz. Molanın sonunda Hayır Bükü Mesudiye’ye doğru yola çıkarken güneşi perdeleyen bulutlardan ilk damlalar düşüyor. Yağmurlu bir eylül öğleninde Hayıt Büküne yanaşıyoruz. Hayıt bükü küçücük bir koy. Birkaç çay bahçesi, birkaç pansiyonun bulunduğu sessiz sakin bir koy.
Çiseleyen yağmurla birlikte demir alıp dönüşe geçiyoruz. İkinci yüzme molamız inceburun koyu. Çiseleyen yağmura rağmen kendimizi lacivert sulara bırakıyoruz. Her kulacımızda deniz lacivert ipiltilerle hareketleniyor. Daldığınızda açık bir lacivertten koyu bir laciverde dalıyorsunuz. Tarifi ve anlatması zor büyüleyici bir duygu. Şimdiye kadar böyle bir duygu yaşamamıştım. Hızlanan yağmurla birlikte Akvaryum koyu, Kargı koyundaki yüzme molalarını kısa tutup, yüzme molalarını çay molaları olarak değerlendirerek Datça’ya dönüyoruz. Gece Lodos fırtınaya dönüyor. Koyda demirlemiş yelkenlilere zor anlar yaşatıyor, iki tanesi demir tarayarak kıyıya vuruyor ve yan yatıyor. Bütün gece lodosun ve dalgaların sesini dinliyoruz.
Lodosun ardından dingin bir sabaha uyandık. Lodos dinmiş, bir gün önce pırıl pırıl olan deniz boz bulanık, kıyıda karaya vuran irili ufaklı tekneler, balıkçıların ve dalgıçların telaşlı koşuşturmaları lodosun ardından kalanlar.
Kahvaltı sonrası yavaş yavaş toplanan bulutların gölgesinde Eski Datça’ya hareket ediyoruz. Eski Datça; Can Baba’nın mekânı. Bakmayın adının Eski Datça olduğuna. Eski Datça’daki bütün sokaklar yenilenmiş, eski Datça evlerine mimar eli değmiş hepsi yenilenmiş. Rengârenk begonvillerin süslediği daracık Eski Datça sokaklarında huzur içinde dolanıyoruz. Müthiş bir huzur ve dinginlik hâkim. Çiseleyen yağmur giderek hızlanıyor. Bizde Can Baba’nın mekânı Muhtar’ın çay bahçesine sığınıyoruz.
Yağan yağmurla birlikte Kızlan’daki yel değirmenlerine hareket ediyoruz. Yağmur nedeniyle birkaç kare fotoğraf çekmekle yetiniyoruz. Yağmur nedeniyle bir ara “Datça’ya dönsek mi ?”, kararsızlığı yaşadıktan sonra Palamutbükü’ne devam ediyoruz. Yemyeşil bir doğa içinde, dağlara inen bulutları izleyerek Yaka köye varınca sola dönüp Palamutbükü ne iniyoruz. Bu arada yağmur diniyor ve güneş yüzünü tekrar gösteriyor. Türkuaz bir denizin kıyısında uzanan yaklaşık iki kilometrelik bir sahil şeridi Palamutbükü. Kıyıya sıralanmış restoranlar, kafeler, pansiyonlar ve önünde uzanan geçme taştan yolu ile çok bakımlı ve temiz bir belde. Bir uçtan bir uca yürüyoruz. Bu arada güneş kendini iyice hissettirince kendimizi serin, tertemiz türkuaz sulara bırakıyoruz. Öğle yemeğimizi burada yedikten sonraki rotamız, yarımadanın en uç noktası KNİDOS. Palamutbükü’nden Knidos’a giden yol çok kötü. Dar, çok virajlı ve satıh bozuk. Sanırım Datça’nın eski yoluda böyle bir şeydi.

Knidos önce bugünkü Datça ilçe merkezinin 1.5 km kuzeydoğusunda Dalacak burnu üzerindeki Burgaz mevkiinde kurulmuştu. Sonra Yarımadanın batı ucundaki Tekir Burnu üzerine taşındı.
Knidos; bilim, mimarlık ve sanatta da oldukça ileri bir kentti. Tarihin büyük astronomi ve matematik bilimcisi
Eudoksus, doktor Euryphon, ünlü ressam Polygnotos ve dünyanın yedi harikasından biri sayılan İskenderiye Feneri’nin mimarı Sostratos burada yaşadı.
Doktor Euryphon ve öğrencileri zamanının ikinci büyük tıp okulunu Knidos’ta kurdular. Eudoksus’un geliştirdiği ve dönemin büyük buluşu olan güneş saati, ören yerinde bugün de görülebilir.
Tarihçi Strabon kenti kıyıdan Akrapolise doğru yükselen bir tiyatroya benzetir. İç ve dış limanı ikiye ayıran yarımada üzerinde özel binalar, iç limanın üzerinden Akropolis’e hafif bir eğimle yükselen yamaçlarda oluşturulan setlerde ise topluma hizmet veren binalar kurulmuş. Doğu batı yönünde uzanan 10 metre genişliğindeki 4 ana cadde setler üzerinde düz olarak yerleşmiş, caddeler arasındaki bağlantı ise merdivenlerle ve eğimli dik sokaklarla sağlanmış.
Şehir 4 km’yi bulan surlarla çepeçevre sarılmış. Askeri liman ile Akropol arasında ve güneydeki ticari limana kadar geniş bir alanı kaplıyor.
Deveboynu olarak bilinen yarımada eskiden adaymış. Baş kısmı karaya bağlanarak her iki yanında suni liman oluşturulmuş. Dolgu alanına da geçişte kullanılmak üzere bir kanal açılmış. Kuzey limanı askeri amaçla kullanılıyor, her iki yanında yuvarlak kontrol kulesi bulunuyor ve ağzı zincirle kapatılıyordu. Kontrol kulelerinden güneyde olanı bugün ayakta. Güneydeki iç liman ise daha büyük ve ticari gemilerin yanaştığı lim
Knidos’un biri 20.000 diğeri 5.000 kapasiteli iki tiyatrosu var. Güneyde, ticari limanın yakınındaki küçük olanı. Akropoldeki büyük tiyatro ise, taşları ve mermerleri 19. yüzyılda gemilerle götürüldüğü için bugüne ulaşamamış.
Ören yerinin en güzel noktası, her iki limana hakim konumdaki Afrodit Tapınağı’dır. Yuvarlak planlı tapınağın çapı 17 metreydi. heykeli tapınağın ortasındaydı. Kapılar heykele açılıyordu. Şimdi heykelin sadece kaidesi görülüyor.
Ören yeri gezisinin ilginç noktalarından biri de Mevsimleri ve zamanı gösteren güneş saatidir. En tepede
Apollon Tapınağı var ve kent oraya doğru bir tiyatro gibi yükseliyor. Aşağıdaki Tiyatronun hemen üzerindeki Korint Tapınağı mimar Stratos’un eseriydi.
Apollon tapınağına giden yolun ortasındaki terasta bulunan Dor tapınağı üzerine erken hristiyanlık döneminde kilise yapılmış.
Ören yerine yapılan kiliselerin renkli mozaiklerle kaplı tabanları bugün de görülebiliyor. Kurtarma kazıları1996’dan beri sürdürülen ve bugüne kadar üçte ikisi tamamlanan Stoa, MÖ 3. yüzyılda Knidos’un ünlü mimarı Sostratos tarafından yapılmış. 113 metre uzunluk ve 16 metre genişlikteki yapıda 5x3.80 m.lik küçük odalar meydana getirilmiş. Odaların hepsi güneye meydana açılmaktaydı.
Kentte yapılan kurtarma kazılarından buluntular ören yerindeki küçük müzede sergileniyor.” ( Vikipedia’dan)
Zamanın kısıtlı olması ve bir rehber eşliğinde gezmediğimiz için yukarıdaki metinde anlatılanların birçoğunu göremedik. Klasikleşmiş Knidos fotoğraflarında yer alan ve arkasında güneşin battığı tapınak sütunları nedense ben de hayal kırıklığı yarattı. Ama şehri çevreleyen surları, yayıldığı geniş yerleşim alanı, iki tiyatrosu, iki limanı ile yaşadığı devirde ne kadar büyük ve önemli bir kent olduğu duygusunu size aktarıyor.
Bir zamanlar ticaret gemilerinin yanaştığı büyük limanda bugün gezi yelkenlileri demir atmış, tarihle iç içe mola veriyorlar.
Knidos’a veda edip Datça’ya dönüyoruz. Datça’daki son akşamımızda sahildeki güzel restoranlardan birinde keyifli bir akşam yemeği ile Datça gezimizi noktalıyoruz.
14 Eylül 2009
Dr. Cengiz TÜMER
Gezi Tarihi: 10 – 13 Eylül 2009
Fotoğraflar için :
http://picasaweb.google.com/mctumer/DATCAGEZISI10130909
http://picasaweb.google.com/mctumer/DATCAGEZISI

14 Eylül 2009 Pazartesi

Amerika Seyahati -1 Büyük Göller


Green Bay, Lake Sinissippi, Milwaukee


Detroit

Niagara - Buffalo


Cleveland

Indiana Dunes

Sandusky, Petting Zoo ve Milan

Cedar Point

Beş hafta boyunca dolaşacağımız Amerika’da seyahatimizin ilk bölümü binlerce gölün bulunduğu kuzey eyaletleri. Hedefimiz dünyanın en büyük tatlı su kaynaklarına sahip bu bölgedeki Superior gölü dışında en büyük dört göl olan Michigan, Erie, Ontario ve Huron sahillerini kısmen de olsa görmek. Seyahatimize Chicago’dan başladığımız için daha kuzeybatıda kalan Superior Gölü’nün bir başka zamana bırakıp ilk durağımız olan Michigan Gölü kıyısında bir milli park olan Indiana Dunes National Lakeshore’a doğru yol alıyoruz. Yol arkadaşım, oğlum Arda’yla birlikte bir saat kadar sonra parkla ilgili bilgilerin verildiği ziyaretçi merkezinin önüne geliyoruz. Yaklaşık 30 km’lik bir sahil şeridini kaplayan bu bölgenin oldukça büyük bir kesimi milli park olarak ayrılmış.Altın sarısı bir kumu ve bu kumlardan oluşmuş bayağı yüksek kum tepeleri olan çok güzel bir sahil burası.

Ziyaretçi merkezinde yöreye ait gerek bitki örtüsü gerekse doğal yaşamla ilgili her türlü bilgiyi bulabilirsiniz. Burada biraz vakit geçirip bilgilendikten sonra kum tepeleriyle kaplı bu kıyılara gidip kendimizi Michigan Gölü’nün tatlı ama soğuk sularına atıyoruz. Bu su jetlegden kaynaklanan uykumuza da ilaç gibi geliyor.
Birkaç saat bu güzel sahilde vakit geçirdikten sonra ilk konaklayacağımız şehir olan Elkhart’a doğru yola çıkıyoruz. Biraz sahilden biraz otoyoldan akşama doğru bu küçük şehre ulaşıyoruz. Küçük ancak 19. yy ortalarında yerleşimin başladığı bu eski şehirde tek amacımız karnımızı doyurup iyi bir uyku çekmek.
Ertesi gün rotamız iki tam gün kalacağımız Sandusky. Beş büyük gölden biri olan Erie kıyısındaki bu şehre gidiş amacımız Amerika’nın en önemli turistik mekanları olan tema parkları. Arda’yı da eylemek gerek tabi. Burada bir ada üzerine kurulmuş olan Cedar Point adlı tema parkında, dünyadaki 10 büyük rollercoasterlardan ikisi bulunuyor. Neyse ki Arda’nın boyu müsait değil de bu aletlere binmek zorunda kalıp metabolizmamı altüst etmiyorum. Oğlumla binmemize izin verilen tren bile dengemi bozmaya arttı da yetti. Diğerlerinin nasıl olduğunu tahmin bile edemiyorum.
Sandusky, Cedar Point Eğlence Parkı dışında başka aktivitelere ve Erie gölünün doğal güzelliklerine de sahip. Şehir bir körfez kıyısına kurulmuş ve çok hoş küçük küçük koylar var. Göl çok büyük olduğundan yatçılık da gelişmiş durumda. Ancak şehrin en önemli cazibe merkezi Cedar Point. En az 5000 arabalık olan otoparkının ağzına kadar dolu olması bunun en önemli kanıtı. Buraya gelen turistler için ayrıca irili ufaklı farklı para harcama mekanları da var tabi. Aquaparklar, doğa parkları ve “Petting Zoo” diye adlandırılan hayvanları kendi ellerinizle besleyebileceğiniz hayvanat bahçeleri.. Bu tür yerlere de elimizden geldiğince uğrayıp oldukça keyifli saatler geçiriyoruz. Ayrıca Thomas Edison’un doğduğu evin de bulunduğu Milan adlı küçük ve şirin kasabayı ziyaret edip buradaki turumuzu tamamlıyoruz. Bir sonraki etap ise 1 saat mesafede bulunan Erie’nin en büyük şehirlerinden Cleveland.

Cleveland’daki ilk durağımız ise hayvanat bahçesi. Geniş bir alana kurulmuş hayvanat bahçesini dolaşmak 2-3 saatimizi alıyor. Ama buna da değiyor doğrusu. Bahçede ayrıca kapalı bir alanda kurulmuş yağmur ormanları bölümü var. Yüzlerce irili ufaklı hayvanın bulunduğu bu bölüm tropik yaşamın gizli ipuçlarını da göstermesi açısından oldukça ilgi çekici.
Akşam üstüne doğru geldiğimiz şehir merkezi ise temiz ve bakımlı. Cuyahoga Nehri’nin iki yakasına kurulu şehirde heykellerle süslü güzel parklar ve meydanların yanı sıra estetik olarak göze hoş gelen binalar var. Şehrin en tanınmış yerlerinden biri (biz gezemedik) günümüze kadar gelmiş geçmiş tüm rock gruplarına ait eşyaların sergilendiği Rock and Roll Hall of Fame Müzesi. Zamanımızın geri kalan kısmında şehrin sokaklarında dolaşıp bol bol resim çekiyorum. Cleveland büyükçe bir şehir olmasına karşın sokaklar oldukça ıssız ve sessiz. En hareketli sokaklarından biri olan 4th streetdeki bir pubda yemeğimizi yiyip Cleveland ziyaretimizi noktalıyoruz.
Ertesi gün erken saatlerde yola çıkıp Niagara Şelalesine doğru yol alıyoruz. İlk durağımız ise 300km ötedeki New York eyaletinin Kanada’ya sınır şehri Buffalo. Hazır yolumuzun üzerine çıkmışken biz de içinde biraz dolaşıyoruz. Karnımızı da doyurduktan sonra gezimizin asıl hedefi olan Niagara Şelalesi’ni görmek üzere ABD’yi Kanada’ya bağlayan köprüyü geçip sınırdaki memura derdimizi anlattıktan ve eşimin imzaladığı izin belgesini de gösterdikten sonra a Kanada’ya giriş yapıyoruz. Kanada ve ABD arasında çocuk kaçırma olayları çok olduğundan, özellikle de boşanmış aileler arasında, çocuklu yalnız veliler şüphe çekebiliyor. Bu yüzden belge girişte kolaylık sağlıyor.
Şelale şehri bizi bardaktan boşanırcasına yağan bir yağmurla karşılıyor. Otelden burnumuzu dışarı bile çıkartmaya imkan yok. Biz de arabaya atlayıp nehir boyunca dolaşarak şelaleyi yakından görmeye çalışıyoruz. Neyse ki belli bir süre sonra yağmur şiddetini azaltıyor ve biz de 2 Kanada Doları verip aldığımız pançolarımızla ıslanmadan yürüyebiliyoruz.
Kıyıdan kalkan tekneler ile şelalelerin dibine kadar gitmek olmazsa olmazlar arasında. İrili ufaklı birkaç şelalenin dışında Amerikan ve At Nalı şelaleleri en büyük iki şelale. Tekneler bu şelalelerin kıyısına kadar gidebiliyor. ABD kıyısından akan Amerikan şelalesi kayalık zeminden dolayı biraz geride ancak At Nalı ( Horseshoe) Şelalesi’nin dibine kadar gidebiliyor tekneler. Bu esnada az önce yağan yağmur şelalenin spreyi yanında bir hiç kalıyor. Gözümüzü açmaya bile imkan yok ama çok keyifli bir deneyim. Üzerimizdeki pançolara rağmen neredeyse her yerimiz sırılsıklam.
Niagara şehrinin en önemli turizm kavramı tabi ki şelale. Ancak gelen turistler sadece şelaleyi görüp şehri hemen terk etmesinler diye şehirde başka aktiviteler de mevcut. Şehirde kumarhaneler, 3D sinemalar, değişik eğlence yerleri ve restoranlar var. Biz günümüzün kalan kısmını dönme dolaba binerek ve Arda’nın da ısrarıyla inanması güç olayların sergilendiği “Ripley’in İster İnan İster İnanma” ( Bir zamanlar TVde de yayınlanan bir diziydi) müzesini geziyoruz. Genelde bir çok Amerikan şehrinde bulunan bu müze aslında oldukça ilginç şeyler sergiliyor.
Ertesi gün, bir önceki günün aksine güneşli ve güzel bir hava karşılıyor bizi. Şehirde biraz daha dolaştıktan sonra bu sefer Erie Gölü’nün kuzeyinden Kanada toprakları içinden Sarnia’ya doğru gideceğiz. Burası ABD Kanada sınırı ve Huron Gölü’nün kıyısında bir şehir.
Ontario Gölü kıyısını takip ederek ilerliyoruz. Göl boyunca çok güzel ve bakımlı şehirlerin yanı sıra etrafta bir çok şaraplık üzüm yetiştirilen bağlar da var. Uzakta Torornto’nun silueti çok rahat görünüyor. Ama biz batıya sapıp Toronto’yu es geçiyoruz.
Huron Gölü’nün de serin sularında yorgunluğumuzu attıktan sonra ertesi gün tekrar ABD’ye geçiş yapıyoruz. İki ülkeyi birbirinden ayıran doğal nehrin üzerindeki köprüden karşıya geçip gümrük işlemlerimizi tamamladıktan sonra bir ABD şehri olan Port Huron’dayız.
Bu arada bu göller hakkında tekne turu yaparken edindiğim kısa bir bilgiyi de paylaşmakta yarar var. Bütün bu göller birbirleriyle doğal su kanallarıyla birbirine bağlı. Hepsi bu göllere akan dereler, nehirler dışında aslında dünyanın en derin ve en büyük göllerinden biri olan Superior gölünden besleniyormuş. Birleşik kaplar misali dünyanın hacim olarak en büyük tatlı su gölü olan Superior Gölü’nün suları sırayla bu göllere boşalıyor ve Ontario Gölünde sonlanıyor. Aradaki kanallardan büyük gemiler çok rahat bir gölden diğerine geçebiliyor ve şehirler arası yoğun bir gemi taşımacılığı var.
Sarnia’da bir gece geçirdikten sonra ertesi sabah Detroit’e geçiyoruz. Burası ABD otomotiv devlerinin bulunduğu büyük bir şehir. Hal böyle olunca şehrin bir çok yerinde bu firmaların isimlerinin verildiği ya da bu firmalara ait yapılar görmek de tesadüf değil. Şehirle aynı ismi taşıyan nehrin St. Clair Gölü’ne döküldüğü yere kurulmuş olan Detroit’i burada yaşayan birini tavsiyesiyle şehri üstten dolaşan bir trenle dolaşıyoruz. Kısa süreliğine ziyaret edenler için ideal çözüm. Biraz da yürüyerek dolaşınca şehri az çok gezmiş oluyorsunuz. Şehrin karşı kıyısı ise Kanada’nın Windsor şehri.
Öğle yemeğini nam-ı diğer Motown’da yedikten sonra akşam kalacağımız şehir olan Lansing’e gidiyoruz. Burası Michigan State Üniversitesi’nin bulunduğu bir öğrenci şehri. Bu küçük şehirdeki üniversite kampüsü görmeye değer.
Lansing’ten sonra hedefim Michigan Gölü kıyısında Muskogen’e gidip oradan hızlı feribotla Milwaukee’ye geçmekti, ancak bilet almakta gecikince 300 km fazladan yapıp oldukça yoğun bir trafiğe sahip olan Chicago üzerinden gitmek zorunda kaldık. Neyse ki yol boyunca Arda hiçbir zorluk çıkarmadı.
Milwaukee benim en sevdiğim şehirlerden biri. Burası Alman, Polonyalı ve kuzey Avrupalı göçmenler tarafından kurulmuş ve o yörenin kültürel özelliklerini taşıyan, Michigan Gölü kıyısındaki Chicago’dan sonra ikinci, Wisconsin eyaletinin de birinci büyük şehri. New York’tan sonra en kozmopolit bu şehirde biraz turladıktan sonra Wisconsin’de bulunacağımız süre boyunca yanında kalacağımız arkadaşım Aslı ve eşi Pete’in evlerinin bulunduğu kasaba olan Hustisford’a doğru yol alıyoruz. 10 günlük koşturmaca sonunda kalacağımız 4 gün boyunca Aslı’nın Türk ve Ma Naylor’ın da Amerikan yemekleriyle bayağı bir şımartıldık. Bu kadar çok göl olan bu yörede onların evi de Sinissippi Gölü kıyısında.
Bu dört gün boyunca yerimde durduğumu zannetmeyin. Michigan Gölünün kuzeyinde Green Bay ve Winnebago Gölü’nün kıyısındaki Osh Kosh ile kuzeyli Avrupalı yerleşimcilerin kurduğu Cedarburg günübirlik dolaştığımız yerler. Öyle ki San Fransisco’ya uçmadan önce arabayı Chicago’da teslim ettiğimizde yaptığımız toplam yol 2229 mili (3566 km) gösteriyordu.












































































2 Eylül 2009 Çarşamba

AŞKI VE BUCA'YI GEÇ TANIDIK

İZMİR MAHALLELERİ – 4
AŞKI VE BUCA’YI GEÇ TANIDIK!

Bizler, 12 Eylül öncesi Ege Üniversitesi öğrencileri ve tabii ki ben aşkı ve Buca’yı geç tanıdık.
Ne dediğimi anlayabilmeniz için o günlerin “ ahval ve şerait”ine bir bakalım.
* * *
1975 yılının yağmurlu bir Ekim sabahı. Sabah karabulutların eşliğinde ilk kez üniversiteye adım atmışız. 1000 kişilik MÖTBE amfisi tıklım tıklım dolu. Dışarıda gök delindi sanki; gök gürültüsüyle oturduğumuz sıralar sarsılıyor. Sahnede – kürsü değildi bayağı bildiğimiz sahneydi- Tepegözün başındaki koltukta oturan Prof. Dr. Emin DİKMAN Organik Kimyanın ilk dersini veriyor. Birden dışarıdaki gök gürültüsünü bastıran bir sesle amfinin büyük ahşap kapısı tekmelerle yumruklarla ve marşlarla patlarcasına açılıyor.
“ Türkiye dağlarında çiçekler açar,
Devrimci Halk Ordusu ateşler saçar…”
Parkalı bir gurup amfiye ve sahneye el koyuyor. İnatla dersini anlatmaya devam eden Emin hoca dört kişi tarafında koltuğu ile birlikte amfi dışına alınıyor. Elektrikler kesiliyor. Çakmak alevinin ışığında gür sesli yeşil parkalı biri haykırıyor.
“ – Arkadaşlar…
Yıl 1975 Ahval-i şerait:
EÜ Tıp Fakültesi İGD’nin hâkimiyetinde Ülkücüler tutunmaya çalışıyor,
Anatomi kürsüsü ve baraka yemekhanenin bulunduğu Küçük Kampus Halkın Sesi- Aydınlıkçıların kontrolünde,
EÜ Büyük Kampus Halkın Kurtuluşu ve Halkın Yolu kontrolünde,
Bornova Merkez Ülkücülerin kontrolünde,
Buca Eğitim Enstitüsünün bulunduğu Buca Ülkücülerin kontrolünde
* * *

1976 kışının soğuk bir akşamı. Kampus içindeki yabancı diller okulunda İngilizce dersindeyiz. Dersin ortasında aniden kapı açılıyor. İçeri giren parkalı arkadaşlar nefes nefese,
“ Bornova Ülkü Ocakları Başkanı vuruldu. Bornova merkeze çıkmayın. Gurup halinde hareket edin “ diyerek uyarıyorlar. Gecenin karanlığında Hastaneye yürümeye de cesaret edemiyoruz. Kuzeye doğru yürüyüp Ankara asfaltına çıkıyoruz, otostop yapıyoruz. Duran bir kamyonetin kasasında gübreler içinde sarıkızla birlikte İzmir’e gelebiliyoruz.
Yıl 1976 Ahval-i şerait
Ülkü Ocakları Başkanının ölümü ve sağ görüşlü askeri öğrencilerin Tıp Fakültesinden kovulmasıyla Bornova merkez ve Tıp Fakültesindeki Ülkücü etkinliği sona eriyor. Artık Bornova Merkeze ve boykot olduğu günlerde Bornova büyük parktaki Kız Kahvesine rahat rahat çıkıp okey oynayabiliyoruz.
* * *
1977 yılının 1 Mayıs’ı.
Taksim Meydanında kızıl karanfiller açmış. Tıp Fakültesi bodrum kattaki Histoloji Laboratuarının önü. Tok sesli bir konuşmacı gür sesiyle katliamı lanetliyor
Tıp Fakültesinde İGD nin hâkimiyeti bitiyor. İkiye bölünen DEV – GENÇ’İN Dev- Yol fraksiyonu egemenliğini kuruyor.
* * *

1980 yılının 12 Eylül sonrası.
Amfilerin kapısında tanımadığımız tipler duruyor. Herkes tedirgin.
“… Gürcanı da almışlar…”
Tüm yurtta olduğu gibi Ege Üniversitesinde de hâkimiyet 12 Eylülcülerde.
* * *
Bu süre içinde Buca sürekli Ülkücülerin kontrolünde. Ege Üniversitesi “Şebeke Kartı” taşıyan birinin Buca sınırlarına girmesi can güvenliği açısından mümkün değil.

Ne baharlar geldi geçti, âşık ta olamadık. Kampusta ve kantinde Devrimci Yasaları geçerliydi. Bu yasalara göre kız arkadaşlarımız “ Bacılarımızdı.”
Bu ahval ve şerait altında ne âşık olabildik ne de Buca’yı keşfedebildik.

12 Eylül sonrası yıllar da Buca Eğitimde okuyan kız arkadaşlarımız sayesinde – artık bacılarımız değil sevgililerimizdi- hem aşkı hem Buca’yı keşfediyorduk. Onların ders çıkışı buluşup sıcak bahar günlerinde Göksu Çay Bahçesinde oturup geciken gençlik yıllarımızı yaşıyorduk.

* * *
Yine bir bahar gününde Buca’yı bu kez İzmir Binrotalı dostlarımızla keşfedeceğiz.
Buca, Rumlar, Yahudiler ve Türklerin bir arada yaşadığı, İngiliz, Fransız, İtalyan ve Hollanda şirketleri ile daha çok ticari ve sınai ilişkiler çerçevesinde oluşan Levanten Grubu’nun sayfiye yeri olarak yerleştiği bir belde.
ESKİ BUCA “ OLD TOWN “
İlk kuruluşu İ.Ö 630 yılınan kadar uzanan Buca’nın adı üzerinde çeşitli söylenceler var. İznik Devleti Kralı İoyanis'in 1235 yılında Kohi denen ve Kral Yolu yakınında bir yerleşim alanından bahsettiği yerin Buca olarak değiştiği, Kohi adının daha sonra Gonia, Bugia ve Buca’ya dönüştüğü sanılmaktadır. Bizanslılar döneminde ise bugünkü yerleşim yerinde Vuza, Uza ya da Vuzas isimli bir toprak sahibinin yaşadığı, yerleşim yeri isminin değişerek zamanla Buca olduğu varsayımı da vardır. Ayrıca İtalyancada BUCA kelimesi çukur anlamına gelmektedir Buca'nın çukurda kalışı ismin buradan geldiğini kuvvetlendirmektedir. Bir diğer söylence de Rumca “ Köşede kenarda kalan köy” anlamındaki “ Bovios” sözcüğünden Buca’ya dönüştüğü.
Öyle ya da böyle çocukluğumun geç yaz günlerinde eşeğinin iki yanına astığı küfelerde baldan tatlı razaki üzümlerini ve bamyalarını bize getiren yaşlı bahçıvanın yaşadığı yer benim için.
İlk durağımız Kızılçullu Su Kemerleri. Aracımızı yol kenarındaki cebe park edip iniyoruz. Çocukluğumda Gürçeşmede oturan Pembe Teyzemizi ziyarete gittiğimiz hafta sonları patikalardan yürüyerek iner, cephaneliğin eteklerinden tren yolunun kenarından Şirinyer istasyonuna yürür oradan ya minibüse binerdik ya da kızılçullu su kemerlerinin önünden yürüyerek Eşrefpaşa’dan Bayramyerindeki evimize ulaşırdık. O tarihlerde henüz Yeşildere çevre yolu yapılmamıştı. O gün bugündür yüzlerce kez önünden geçmişimdir ama yakından fotoğraflamak bugüne kısmet oldu.
Eski adı Kızılçullu olan Şirinyer'de bulunan su kemerleri Meles Çayı üzerinde. Kadifekale'de kurulan şehre su getirmek
için geç Roma döneminde MÖ 133-MS395 yıllarında, İmparator Agutus döneminde Romalılar tarafından yaptırılmıştır Yapımında taş tuğla ve Roma harcı kullanılmıştır. Kemerler zamanla Bizanslılar, Selçuklular ve Osmanlılar tarafından onarılarak uzun süre kullanılmıştır.
Eski Şirinyer istasyonunun karşısından ve yeni yapılan Aliağa - Menderes hafif raylı sistemi istasyonunun yanından sağa dönüyoruz. Önümüze çıkan ilk döner kavşakta dörtnala koşan iki yarış atı heykeli karşımıza çıkıyor. Burası Buca Hipodrmunun bulunduğu yer. Haftanın beş günü ve son yıllarda yapılan aydınlatmalarla gece yarışları da yapılıyor.
Yolumuza devam ediyoruz. Rotamız Buca Devlet Hastanesi ( önceki adıyla Buca SSK Hastanesi) bahçesindeki FORBES KÖŞKÜ. Buca'da yaşamakta olan Levanten Forbes Ailesi tarafından 1908 yılında yaptırılmıştır. Köşk yapımından bir yıl sonra, 1909'da tümüyle yanmış ve yangından hemen sonraki yıl, yani 1910'da yeniden yapılmıştır. Bir süre köşkte ikamet eden Forbes Ailesi İzmir'den ayrıldıktan sonra, köşkte Whittal Ailesi yaşamaya başladı. 1950'de ise SSK'nin malı olan köşk, uzun yıllar poliklinik olarak kullanıldı. Daha sonra aynı bahçeye yeni ve daha büyük hastane binası yapılınca köşk boş kaldı ve zaman içinde harabeye dönüştü. 1999 yılında köşk restore edilmeye başlandı. Forbes Köşkü, mimari açıdan Buca Eğitim Fakültesi Dekanlık binası olarak kullanılmakta olan Rees Köşkü'ne benzemekle birlikte, daha karma bir mimari tarzı yansıtmaktadır. Forbes Köşkü, Buca'nın Şirinyer semtindeki alışveriş merkezi sayılan Forbes Caddesi'ne de adını vermiştir.

Hastane otoparkında aracımızı bırakıp eskiden tren yolu iken bugün terk edilen ve geçme taşlarla yürüyüş yoluna çevrilen yoldan istasyona ve bugün Buca Eğitim Fakültesi Dekanlık Binası olarak kullanılan REES KÖŞKÜNE doğru yürüyoruz.
Yakın tarihe kadar Buca'da Hıristiyanlar, Museviler ve Türkler bir arada yaşıyorlardı. Bunun yanı sıra İngiltere, Fransa, İtalya ve Hollanda ile ticari ve giderek sanayi ilişkileri çerçevesinde oluşan levanten grubu bir sayfiye yeri olarak kullandıkları Buca'ya yerleşmişler, 1872 yılında da kendi yaşamlarını kolaylaştırmak için yakın zamana kadar kullanılan istasyonu inşa etmişlerdir. Bugün kullanılmayan ve Aliağa – Menderes hattının dışında kalan istasyon terk edilmişliğin hününü yaşıyor.
İstasyonun hemen yanından Buca Eğitim Fakültesine yöneliyoruz. Kapıdaki güvenliğe kendimizi tanıtıp amacımızı söylüyoruz. Kimliğimizi bırakıp ziyaretçi kartı verilerek fakülte sekreterine yönlendiriliyoruz. Biz Rees Köşkünü dışarıdan seyreder fotoğraflarken, Dekanlık Özel Kalemi olduğunu öğrendiğimiz Figen Hanım yanımıza geliyor. Ona da kendimizi tanıtıp projemizi anlatınca binanın içine davet ediyor. Yüksek tavanlı antreye girdiğimizde tam karşımıza kahverengi seramiklerle kaplı büyük bir şömine çıkıyor. Şöminenin yanındaki çift kanatlı kapıyı açarak bizi içeri davet eden Figen hanımı izliyoruz. Muhteşem bir salondayız. Vitraylı yüksek pencereler, her iki tarafta birbirine bakan ve sonsuzluk hissi veren aynalar, ortada orijinal haliyle korunmuş toplantı masası, masanın etek kısmındaki renkli çiçeklerle anı desen ve renklerdeki tavan kartonpiyerleri ve tavan süslemeleri. Hayranlıkla izlediğimiz salonu fotoğraflarken Figen Hanım köşk hakkında bilgi veriyor.
Rees Köşkü, bugün
Buca Eğitim Fakültesi Dekanlık Binası olarak kullanılan bina. 1800'lerin ortalarında İngiliz Rees ailesi tarafından yapıldı. Bay Rees, Osmanlı Demiryolu Şirketi'nin yetkilisi idi. Buca İstasyonu'na kadar gelen demiryolu hattını da o döşettirmiştir. Rees Köşkü, tipik İngiliz mimarisinin özelliklerini yansıtmaktadır. Simetrik cepheli, üçgen alınlıklı ve çıkmalı bina, ahşap ve yığma taş bir yapı olup, iki katlıdır. Alt katta şömine bulunan geniş bir holün ardından yine geniş bir oturma odası ve küçük odalar bulunmaktadır. İçeriden ahşap merdivenle çıkılan üst katta da odalar mevcuttur. Uzun süre aile tarafından köşk olarak kullanılan binaya I. Dünya Savaşı yıllarında Vali Rahmi Bey tarafından el koyulmuş ve bina resmi bina olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Figen Hanıma ve Dekan Yardımcımıza teşekkür ederek, Rees köşkünden ve fakülteden çıkıyoruz. Hedefimiz yolun hemen karşısındaki Gavrili Malikanesi. Mimar Vafiyedis’e ait olan bu bina da yakın zamana kadar Pengelli Ailesinin oturduğu bilinmektedir. Mülkiyeti Yapı Kredi Bankasında olan ve bir süre bankanın misafirhanesi ve sosyal tesisi olarak kullanılmış olan bina bugün özel bir işletme tarafından restoran olarak işletilmekte.

Malikânenin yanından Dutlu Sokağa giriyoruz. Cumbalı eski Osmanlı Ev örneklerinin bulunduğu ara sokakları dolaşıyoruz. Bugün Buca Belediyesi Kültür ve Sanat Merkezi olarak kullanılan Hacı Davut Fargoh Köşkünün yanından tekrar ana caddeye çıkıyoruz.
Heykel’e çıkmadan önce sağ taraftaki sokağa yöneliyoruz. Bu sokağın girişinde bugün özel mülkiyette olan, mimari açıdan Buca’daki köşkler arasında benzerine hiç rastlanmayan Russo Köşkü yer alıyor. İlginç mimarili binayı fotoğraflayıp yanındaki bir diğer binaya geçiyoruz. Listemizde olan fakat Buca da sorduğumuz hiç kimsenin bilemediği Manoly Hoteli böylece tesadüfen buluyoruz. Bugün bir vakıf tarafından Yaşlı Evi olarak kullanılan binayı dışarıdan fotoğraflıyoruz ama görüştüğümüz yetkili Vakıf Yönetiminin kesinlikle fotoğraf çekimine izin vermediğini belirterek içerde çekim yapmamıza ve binanın içini görmemize izin vermiyor. Hotel Manoly’nin yanında yüksek duvarlarla çevrilmiş, duvarların üzerinde dikenli tellerle de koruma sağlanmış büyük demir kapılı DOM Katolik kilisesi mevcut.
Sokaktan tekrar küçük meydana –Heykel’e- çıkınca sol tarafta bahçe içinde bugün Ziraat Bankası şubesi olarak kullanılan başka bir köşk karşımıza çıkıyor. Bu köşk hakkında herhangi bir bilgiye sahip değiliz. Karşıya geçtiğimiz zaman büyük bir bahçe içinde bir zamanlar SSK Göğüs Hastalıkları Hastanesi olarak daha sonra SSK Sağlık Meslek Lisesi olarak kullanılmış olan De Jongh Malikânesi bulunuyor. 1995 yılında Sağlık Meslek Lisesinin kapanmasıyla terk edilmiş olan bina bugün boş olarak duruyor. Kapıdaki güvenlik içeri girmemize izin vermiyor. Kendimizi tanıtıp, projemizi anlatınca müdürlerinden izin almaya çalışıyor ama tam yemek paydosu olduğu için kimseye ulaşamıyor. Güvenliğin çabaları sürerken kapıya sivil birsi yaklaşıyor. Güvenlik görevlisi telefonu bırakıp bu kişiyle konuşmaya başlıyor. Buranın sorumlusu olduğunu öğrendiğimiz Cengiz Beyle Tepecik Eğitim Hastanesinin SSK döneminden tanıdık çıkıyoruz. Cengiz Bey’in sıcak mihmandarlığında binayı geziyoruz. Her biri yaklaşık 50 metrekarelik salon büyüklüğünde odalardan oluşan, her odasında ayrı seramik süslemelerle süslenmiş şömineleri olan ve elektrik tesisatı dışında her şeyi orijinal olarak kullanılan bu muazzam malikânenin terk edilmişliği içimizi acıtıyor. 50 dönüm onlarca yıllık ağaçların bulunduğu bu köşk aslında butik otel olarak turizme kazandırılmalı diye düşünüyoruz. Cengiz Bey’e sıcak dostluğu ve mihmandarlığı için teşekkür edip ayrılıyoruz.
Kasaplar Sokağına doğru ilerliyoruz. Buca’nın ünlü keçi ve Oğlak kasapları bu meydanda bulunuyor. Sokakta ilerliyoruz. Kasaplar sokağının bitiminde Kız yetiştirme yurdu var. Bir zamanlar Papaz Okulu olan bina bugün Kız Yetiştirme Yurdu olarak hizmet veriyor. Güvenlik sorunu burada da karşımıza çıkıyor. Tesadüfen giriş kapısındaki güvenlik bürosunda bulunan yurdun müdür yardımcısına projemizi ve kendimizi tanıtıyoruz. “Gazeteci” olmadığımızı özellikle vurguluyoruz. Müdür Yardımcımız yurdun giriş kapısındaki öğrencileri uzaklaştırarak binanın dışarıdan fotoğrafını çekmemize izin veriyor. Biz de saygı gösterip bu fotoğrafla yetiniyoruz.
Gösterişsiz Papaz Okulunun yanında ana kapısından girdikten sonra iki tarafı selvi ağaçları ile ve Buca’nın eski Levanten ailelerinin aile mezarlarının bulunduğu yolun sonunda oldukça ilginç mimarisi Buca Baptist Protestan kilisesi bulunuyor. Bu kez hiçbir güvenlik problemi ile karşılaşmadan içeriye davet ediliyoruz. Kilise görevlisi İhsan Bey bize kiliseyi gezdiriyor, kilise hakkında detayı bilgi veriyor.
Protestan Kilisesi 1838 yılında yapılmış. Kilise 1961 yılında Buca Belediyesine devredilmiş, 1991 yılına kadar Nikâh Salonu Belediye Meclis Salonu ve Emlâk Vergi Dairesi olarak kullanılmıştır. Bunun ardından kilise Buca Kültür Sanat Merkezi’ne dönüştürülmüştür.

2001 yılında yapılan bir protokolle kilise restore edilmiş ve yeniden Protestanların ibadetine açılması kararlaştırılmıştır.
Kilise kesme taştan L planlı olarak yapılmıştır. Gotik üsluptaki kilisenin sivri kemerli giriş kapısı ve ince uzun pencereleri bu üslubu yansıtmaktadır. Kilisenin kısa kenarlarında üçlü gotik pencerelere yer verilmiştir. Günümüzde iyi bir durumdadır
Daha sonra bahçeye çıkıp bahçedeki her biri sanat eseri güzelliğindeki mezar taşlarını gezdiriyor ve kimlere ait oldukları konusunda bilgi veriyor.
Sırada Buca Lisesi bahçesinde bulunan Baltacı Malikânesi var. Bugün Buca Fen Lisesi binası olarak kullanılan bina İstanbul konaklarındaki karnıyarık türünü çağrıştıran bir planı vardır. Bahçesindeki heykeller bugün de durmaktadır.
Eski Buca turundaki son durağımız Hasan Ağa Bahçesi. Hasan ağa Bahçesi 107 bin 615 metrekarelik alana yayılan bahçenin ilk sahibi İtalyan Levanten işadamı Aliotti olduğu söylenir. Daha sonraları Ödemiş eşrafından Hasan Ağa bahçeyi satın almış. O dönemde bile düzenli bir altyapıya sahip oluşu yer altında bulunan su kanalları, bahçedeki havuz şelalesinin çalıştırılmasıyla tepeden bakıldığında gözlemlenebilen bir kadın silueti ile hayret uyandırır. Bahçe öyle dizayn edilmiştir ki gökyüzünden bakıldığında ağaçların dizilişi bir haç şeklini verir. Bahçede bir arada bulunan 12 selvinin ise 12 havariyi simgelediğine inanılır.
Bugün çevresindeki duvarlar yıkılmış ve halka açık yeşil alan haline getirilmiştir.
Hasan Ağa bahçesinden sonra Eski Buca ‘nın biraz dışında kalan EVKA ! yolundaki Kız Kulesini görmeye gidiyoruz. İzmirli bir Rum tarafından yapıldığı söylenen bu ilginç mimarili binanın ne amaçla yapıldığını öğrenemiyoruz. Yaklaşık altı saat süren İzmir Mahalleleri Projemizin 4. ayağı BUCA’ yı oldukça yorulmuş olarak tamamlıyoruz.
17 Nisan 2009
Yazı ve Fotoğraflar:
Dr.M.Cengiz TÜMER
Meraklısına Notlar:
* Buca turumuz Buca Belediye Başkanlığının katkıları ile gerçekleşmiştir. Buca Belediye Başkanlığına Özel Kalem Müdürü Sayın Alpaslan EGE’ ye, gün boyu bize eşlik eden Basın danışmanı Sevgili Aylin Hanım’a ve şoförümüze Binrota İzmir ekibi olarak teşekkür ederiz.
Bu yazı çok uzun süren ve oldukça yorucu geçen bir gezinin ardından bu rotayı gezmek isteyeceklere kolaylık sağlamak için ideal “route” tarzında düzenlenmiştir. Yazının uzunluğu göz önüne alınarak yazı şuan okuduğunuz “ESKİ BUCA; OLD TOWN” ve daha sonra okuyacağınız “ YAŞAYAN BUCA” olarak ikiye bölünmüştür
**Yazılarımda öz Türkçe kullanmaya özellikle özen göstermeme rağmen bazı Osmanlıca kelimelerin tam Türkçe karşılıkları bazen yazıda istediğim anlam derinliği ve zenginliğini karşılamadığı için Osmanlıcalarını kullanıyorum. Bu yazıda ki “ ahval ve şerait” te bu bağlamda kullanılmıştır.
AŞKI VE BUCAYI GEÇ TANIDIK! BÖLÜM. 2: “YAŞAYAN BUCA”

1800’ lü yılların Buca’sını geride bırakıp mihmandarımız sevgili Aylin Hanım’ın rehberliğinde günümüz yaşayan Buca’yı keşfediyoruz.
Son yıllarda iyice büyüyen ve gelişen Buca’ya üç dönem değişik siyasi partilerden belediye başkanlığı yapan Cemil Şeboy’un projeleri damgasını vurmuş.
İlk önce modern mimarideki belediye binasının hemen arkasındaki ve Forbes köşküne çok yakın olan “Kadın Aktivite Merkezini” ziyaret ediyoruz. Beş yıldızlı otel konforundaki merkezde spor salonu, sauna, okuma odaları, kafeterya, yüzme havuzu yer almakta. Merkezin sorumlusu bize merkezi gezdirip bilgi veriyor. Kadın Aktivite Merkezinden yürüyüş mesafesindeki “Engelliler Aktivite Merkezine” geçiyoruz. Şirinyer Parkı içindeki merkezde bizim gittiğimiz saatte sabah gurubu servislerle evine dağıtıldığı ve yeni gurup henüz gelmediği için kimse yoktu. Burada da merkezin sorumlusu aktiviteleri hakkında bilgi verdi. Doğrusu böyle merkezleri görmek biz binrota İzmir ekibini mutlu etti.
Engelliler merkezinden çıkıp De Jongh Malikânesi, Rees Köşkü ve İstasyonu gezip bitirince acıktığımızın farkına vardık. Bunun üzerine mihmandarımız Aylin Hanım bizi Buca Gölet’teki Belediye işletmesinde misafir edeceğini söyledi. Hep birlikte aracımıza binip merkeze yaklaşık 10 km mesafede Kaynaklar Köyü yakınındaki Gölet’e gidiyoruz.
Çok geniş bir alan üzerine kurulmuş tesiste ortada suni bir göl, adası ördekleri sandalları ile sizi yeşillikler içinde karşılıyor. Etrafı çam ormanları ile çevrili alan hafta sonları cıvıl cıvıl olmasına karşın bugün bize sonsuz bir huzur ve dinginlik sunuyor. Buca Gölette sizi değişik alternatifler bekliyor. Et ve Balık restoranı, Gölet Bar, Şebnem Kafe, Piknik alanları, Anfi Tiyatro, çocuk oyun alanları ve hobi bahçeleri. Belediyenin işletmesindeki restoranda Buca Belediyesinin misafiri oluyoruz ve gölete karşı biralarımızı yudumluyoruz, yemek sonrası da kahvemizi içip tekrar gezimize kaldığımız yerden devam etmek üzere Buca’ya dönüyoruz.
Eski Buca’ya – benim deyimimle Old Town- inmeden Cemil Şeboy’un diğer projelerini göreceğiz. İlki Yedigöller;
Eski bir dere yatağı olan ve moloz dökümü için kullanılan bu vadiye Belediye 2003 yılında yukarıdan aşağıya doğru kademelendirerek yedi suni gölet yapmış. Fast food restoran, açık hava diskosu, yürüyüş yolları ve gösteri alanları yapılmış, kule köprüsü ile de iki yakanın ulaşımına da hizmet etmiş.
Yedigöller’den sonra bir paralel dere yatağına da “ Spor Vadisi” inşa edilmekte. Buca sporun maçlarını oynayacağı modern bir stad, suni çimli antrenman sahası, basketbol ve voleybol sahaları yapımı devam eden projeler.
Spor Vadisine yakın bir tepe üzerine inşa edilmiş ve Buca’yı yukarıdan gören Buca Tenis Kulubüde Buca’nın sosyal ve spor etkinliklerine zenginlik katmış. Oldukça zevkli ve lüks döşenmiş tesiste bir restoran, oyun ve dinlenme salonu, bir açık yüzme havuzu, iki kapalı, dört açık tenis kortu ve çalışma duvarı yer alıyor.
Daha sonra önceleri adı Tıngırtepe olan daha sonra dünyanın üçüncü büyük heykeli olan hümanist felsefesi tüm dünyada kabul görmüş Mevlana’nın heykelinin bulunduğu Mevlana Tepesinden Mevlevi musikisi eşliğinde Buca’yı seyrediyoruz. Heykel yapıldığından bu yana hep aklıma takılan soruyu Aylin Hanım’a soruyorum. – Mevlana Konya ile özdeşleşmiş bir şahsiyet, Buca’ya heykelini dikmek nereden aklınıza geldi. Aylin Hanım Mevlana’nın sadece Konya’ya değil tüm dünyaya ait olduğunu söyledi. Ama bu cevaptan çok Sevgili Oğuz’un ( EYLÜLADA) Buca yazılarında anlattığı tüm dinlerin ve ulusların Buca’da sevgi ve hoşgörü içindeki yaşam öykülerinde aradığım cevabı buldum.
Mevlana ve müritlerine veda edip merdivenlerden eski Buca’ya doğru, Eski Buca’nın restore edilmiş eski sokaklarına Yaylacık Mahallesine iniyoruz. Selanik’in Yaylacık köyünden mübadele ile gelen göçmenler burada aynı isimle aynı mahallelerini inşa etmişler ve gelenek göreneklerini yaşatmışlar. Burada ki “Gelin Çeşmesi” öyküsü ile dikkatimi çekiyor. Evlenecek kızlar “Kına Gecesinin” ertesi gün kınalarını bu çeşmede yıkarlarmış.
Son bir yer kalmıştı. Hipodrom. Buca’yla özdeşleşmiş eski adı “Paradise” olan Şirinyer de TJK tarafından işletilen ve artık gece koşularının da yapıldığı Hipodrom. Hipodromu nal seslerinin olmadığı ve “- Yürü kızım” nidalarının olmadığı sessiz bir anında ziyaret ediyoruz.
Gezimizi Buca Belediyesi binası önünde bitirirken sevgili mihmandarımız Aylin Hanım’a ve şoförümüze teşekkür ediyoruz.

Dr.M.Cengiz TÜMER